Ara

“Gökdelenler, Yüksek Binalar Şehirlerimizi Boğuyor”

SUNUŞ Semih Akşeker, 1964 yılında Bursa’nın İnegöl ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini memleketi İnegöl’de, yüksek tahsilini İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi’nde tamamladı. Evli ve 2 çocuk babasıdır. Halen bir firmada mimar olarak çalışmaktadır. “Apartmana Hayır! Betona Hayır!” ve “Mutlu Ev” adlı iki kitabı mimarlık üzerine farklı ve özgün bir bakışın eseridir. Akşeker’le apartmandan İslâm’ın mimarî anlayışına kadar geniş bir alanda önemli bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşi: Hasan Hafif   Bir deprem kuşağı olan ülkemizde depremlerden zarar görmemek için ne yapmalıyız, nasıl şehirler kurmalıyız? Bizim şehirlerle ile ilgili tek problemimiz “depreme dayanıksız binalar” meselesi değildir. Bu sorunu elbette küçümsemiyorum, bu sorunu “sağlam binalar” yaparak aşabiliriz. Ancak bununla şehrin problemlerinden sadece bir tanesini çözmüş oluruz. Biz sadece sağlam bina yapmaya hedeflenerek, sağlamlık kadar mühim diğer şehir meselelerini atlayamayız. KİM YIKMIYOR BİNALARIMIZI? Sağlamlıktan daha önemli ne olabilir? Şehir, sadece sağlam binalar topluluğundan ibaret değildir. Ben son zamanlarda “sağlamlık” mevzuunun neredeyse bir fetiş haline getirildiğini görüyorum. Sağlam bina gerekli ise de sağlam binayı kurtarıcı olarak görmek de o derece mahzurludur. Şöyle izah edeyim. Kur’ân’da şuara suresi 128. ayetinde Hz. Hud peygamberin afetlerden kendilerini kurtaracak sağlam bina yapmaya uğraşan Ad kavmine şöyle seslendiğini aktarmaktadır: “Sizler yüksek yerlere koca binalar kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Ve temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?”  Görüldüğü gibi Kur’ân’da salt sağlamlık ve kalıcılık hedefleriyle bina yapmanın insanda, Allah’a değil sağlam binaya güvenilebileceği şeklinde yanlış düşüncelere sevk edebileceği ve bunun yanlışlığı vurgulanmaktadır. Seyyid Kutup Fî-Zılâli’l-Kur’ân adlı tefsirinde, “Âd kavmi bina yapmak maksadıyla dağları oymaları, saraylar inşa etmeleri, muhkem şekilde yükseltmeleri hususunda o kadar ileri gitmişti ki o kavmin zihinlerinde bu binalar onları ölüme, hava tesirlerine -âfetlere- karşı koruyacağı düşüncelerini bile uyandırmıştır.” demektedir. “Sağlam bina yaparsak bize bir şey olmaz!” demek doğru değil. Eğer sağlamlık binanın ayakta durması için tek kriter ise, şu ana kadar ayakta durması bile mucize olan çürük binaları nereye koyacağız? Ben Fatih’te, Avcılar’da kolonları kâğıt helva gibi ve midye kabuklarıyla dolu binaların yıkılmadığını gördüm ve bunlar hâlâ ayakta. Yıkmayınca Yaratan yıkılmıyor. Evet sağlam yapmaya çalışmak kulların tedbiridir, takdiri ise Allah’a bırakalım. NİÇİN APARTMANDA ISRARCIYIZ? Sizin öneriniz nedir? İnsan fıtratına en uygun olan az katlı, bahçeli, ağaçlı, müstakil ev tipini teklif ve tavsiye ediyorum. Çünkü dünyamızın ekolojik, iktisadî, sosyal, psişik ve ahlâkî geleceği açısından sürdürülebilir tek model budur. Batı’da ve Doğu’da olsun bütün dünyada geçerli olan ev modeli de aslında budur. Batı’da apartmanlara bir dönemin hataları olarak bakılmaktadır. Bu hataların telafisi için Batı’da her yıl birçok eski apartman yıkılmaktadır. Hatta apartmanların yaygın olduğu Rusya’da dahi halkın müstakil evlere yöneldiğine şahit oldum. Apartmanda ısrar eden bir biz kaldık. Apartmanların nesine itiraz ediyorsunuz? Bakın ben sadece bu konuya münhasır bir kitap yazdım. Burada kısaca bahsetmek isterim. Apartman inşasında temel amaç orada yaşayacak insanların bir yaşam alanından beklediği aslî ihtiyaçlarını karşılayabilecek evler oluşturmaya yönelik bir uğraş olmaktan ziyade onu inşa edenler için yüksek kârlar elde etme düşüncesidir. Eskiden böyleydi şimdi nasıl diye sorulursa günümüzde de apartman yapım felsefesinin temelde değişmediğini, hatta hırslar ve hevesler noktasında yüksek binalar dikme yarışlarıyla günümüz insanının eskileri daha da geçtiğini söyleyebiliriz. Apartmanın; oturanı değil satanı memnun eden kâr düşüncesiyle üretilmesi, insana layık bir yapı biçimi olmaması, temel insan haklarını hiçe sayması, bilhassa yaşlı ve çocukların hiçbir ihtiyacını gözetmemesi, yüksekliği ile insanı önemsizleştirmesi, insanı tabiattan koparması, insanı nesneleştirmesi, çevreye verdiği inanılmaz ekolojik zararlar, orada oturacak insanların nasıl bir evde yaşamak istediklerinden ziyade nasıl yaşamaları gerektiğini dikte eden tahakkümcü karakteri, insanın başta mahremiyet gibi kutsal değerlerinin hiçbirini dikkate almaması… İtirazlarımın temel noktalarını oluşturmaktadır. ZİRAAT ALANINA BETON DÖKÜLÜR MÜ? Yeni şehirleri nerelere kurmalıyız? Benim en hassas olduğum ve uykularımı kaçıran konu işte bu inşaat sahalarının yanlış yer seçimi konusudur. Öncelikle ülkemizde tarıma elverişsiz ve ziraate uygun olmayan arazileri tespit etmeli ve yeni şehirleri bu alanlara kurmalıyız. Verimli topraklarımızı bir bir kaybediyoruz. Bursa, Çukurova, Ege ovaları bitti, şimdi sıra Trakya topraklarında. Düşünebiliyor musunuz otomobil fabrikaları için Bursa’nın güzelim meyve bahçelerini seçtik. Her önünden geçtiğimde görmemek için yüzümü kapatıyorum. Hiç mi vicdan hiç mi insaf kalmadı bizde? Kalkınma, büyüme uğruna tarım sahalarını betonlamak akıl kârı mıdır sizce? Türkiye’de son sekiz yılda 18 milyon hektar verimli tarım arazisi apartmanlaşma, saçma sapan fabrikalar ve lüzumsuz otoyollarla 16 milyon hektara düşürülmüştür. Bu bir cinayettir. Eğer kanun yapma gücüne sahip olsaydım, ziraat alanlarına bina yapanları cinayet ile eşdeğerde hapisle cezalandırırdım. APARTMAN BATI AHLÂKIDIR Ev, apartman ile hayat arasında bir ilişki var mıdır? Bakınız evler yapmak, şehirler kurmak sadece bir inşa faaliyeti değildir. Evler/şehirler inşa eden aslında bir düşünceyi, bir geleceği ve bir nesli de inşa eder. Yaşadığımız evlerin/mekânların/şehirlerin ahlâk ve karaktere tesir ettiği ve gelecek nesillere de tesir edeceği düşünüldüğünde bize ait bir ev/şehir modeli geliştirmenin önemi daha bir ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde yüz yıldır taklit ettiğimiz çok katlı Fransız tarzı apartman blokları ve sitelerle/gettolarla bizim İslâm ahlaklı nesiller yetiştirmemiz gittikçe zorlaşmaktadır. Apartmanlardan ancak Batı ahlâkında nesiller yetişiyor. Bu ahlâkın karakteristiği, keyif ve konfor peşinde, bencil, hazcı, rekabetçi, tabiata duyarsız, tüketime heveslisi ve paragöz bir nesil. Bizim bu çağa ait bir ev ve şehir modeli geliştirmemiz istikbalimiz adına bir mecburiyettir. Asırlar boyu dünyaya sayısız özgün mimarî ve şehir örnekleri hediye etmiş Müslümanların bugünkü bu taklitçi tavırları ne kadar acı, ne kadar elem vericidir. Şehirlerimizin istikbalini hiç aydınlık görmüyorum. Şehirleri gökdelenlere boğdurtarak neler umuluyor doğrusu merak ediyorum. Taklit-rant-israf sacayaklı mevcut paradigmalar şehirlerimizi iflas noktasına getirmiştir. Şehirlerimizin yeniden İslâm’ın değerleri ile inşa ve ihyası artık bir tercih meselesi olmaktan çıkmış, adeta bir zarûret haline gelmiştir. İslâm’a özgü bir mimarî anlayış var mıdır? Vardır. İslâm bir kâinat ve varlık görüşü (ontoloji) ortaya koymuştur. Bu ontoloji, emanet ve mes’uliyet, san’at ve marifet, tevâzu ve saygı, fânilik şuuru, hesaba çekilme bilincinde hareket etmek gibi bir takım yüce değerleri hâvidir. Bu ontolojinin mimarî ve şehircilik dahil her şeye nüfûz ve tesir ettiğini söylemeye gerek yoktur sanırım. Elbette böyle cihanşumûl bir dinin mimarî ve şehircilik gibi dünyanın en kapsamlı beşerî faaliyetine yönelik istikametler çizmesi tabiî karşılanmalıdır ve Müslümanlar olarak bizlerin de mimarî sahada İslâm’ın bu yol göstericiliğine başvurmamız kaçınılmazdır. İSLÂM’A KULAK ASMADIK İslâm’ın değerleri ile inşa nasıl olur? Geçmişte dünyanın en güzel şehirlerini kuran bizler nerede hata yaptık da bugün en kötü şehirlerini kurar hale geldik. Önce bunu ortaya koyalım. Kişisel kanaatim şu ki, sadece bize has değil tüm İslâm dünyasının son asırdaki en temel yanlışlarından bir tanesi; aynı Batılılar gibi hayatlarını dinî olan ve olmayan şeklinde parçalara ayırmış olmalarıdır. Bizler Allah’tan bağımsız bir hayat alanı olduğunu farz etmek gibi dehşetli bir cürüm işledik. İslâm’ı mimarî ve şehircilik de olmak üzere hayata dair tüm alanlarda bir hayat ve medeniyet kaynağı olarak görmek yerine onu sadece bir takım şeklî ibadet ve ritüellerden ibaret bir din olarak gördük. İslâm’ın şehre yönelik tavsiyelerine kulak asmadık, kahır ekseriyeti yanlışlarla dolu modern mimarî anlayışı taklit/kopya ettik. Peygamber Efendimiz’in (sav) uyguladığı bir mimarî var mıydı? Hz. Peygamber (sav) Yesrib’e hicret ettiğinde yepyeni bir toplumun ve medeniyetin de temellerini kurmaya başladı. Önce şehrin adını Medine olarak değiştirmiş, hemen akabinde ileride İslâm şehirlerinin de geleneğini oluşturacak mescid merkezli bir inşa faaliyetini başlatmıştı. Eldeki rivayetlerden Hz. Peygamber’in (sav) mescidin ve evin inşasına bizzat katıldığını biliyoruz. Hz. Peygamber (sav) Mekke’den hicret edenleri muvakkaten Medineli Müslümanların evlerine yerleştirmiş, daha sonra herkese müstakil evini yapmak üzere arsa tahsis etmiştir. Kendisi de mescidin bitişiğine bir açık avlu içerisine iki odalı evini inşa etmiş, daha sonra ihtiyaç oldukça oda ilaveleri de yapmıştır. Bu arada ilave alabilen ve değişmeyi mümkün kılan açık avlulu/bahçeli ev sisteminin ileride Osmanlı-İslâm evine de kaynaklık ettiğini buradan hatırlatmak isterim. Hz. Peygamber (sav) ilk defa Medine’de, Mekke ev geleneğinin aksine tesettür ayetlerinin gelmesiyle yıkanma ve helâ mahallerini evin içerisine dâhil ettiğini görüyoruz. İşte bu dönemde Hz. Peygamber (sav) hem ev yapımına yönelik hem de bugün bile imar mevzuatının esası sayılabilecek şehircilik temel kaidelerini oluşturmaya başlamıştır. Mesela aile mahremiyetinin korunması gayesiyle çarşı/pazarın evlerden ayrı yerlerde kurulması, ziraat topraklarının muhafaza edilip üzerine bina yapılmaması, şehrin içinde ve dışında yeşillik ve ağaçlık bölgeler oluşturması bunlardan ilk akla gelenlerdir. Semih Akşeker - Mimar

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak