Ara

Bir Medeniyet Dili Olarak Salâ

Bir Medeniyet Dili Olarak Salâ

Salâ, medeniyetimizde kadîm bir iletişim ve haberleşme yöntemidir. Mâhiyeti zaman içerisinde unutulmaya yüz tutmuş olsa da etkilerini günümüzde de açık ve net bir şekilde hissettiğimiz incelikli bir geleneğimizdir. Mânâ ve mûsikî ritmi açısından ruh dünyâmızda apayrı bir yeri vardır. Yüzyılların imbiğinden süzülerek oluşturulan bu form dinleyenleri bambaşka âlemlere götürür. Hakkı verilerek okunan ezan ve salâlar vesîlesiyle pek çok insanın İslâm ile müşerref olduğunu zaman zaman duyarız. El Hak böyledir. Sabah namazından önce dâvûdî ses tonuyla içli içli okunan ezanın/salânın dinleyenleri etkilememesi, hüzünle karışık, uhrevî bir düşünceye/yolculuğa sevk etmemesi mümkün müdür?!. Okunuş şekline ve içeriğine göre mü’minlere bir ibâdeti hatırlatmak veya önemli bir olayın, durumun haberini vermek için, daha ziyâde minârelerden okunur.

Artık o yanık sesli müezzinlerimiz yok. Olsa dahi minâreye çıkmalarına izin verilmiyor. Sesler mekanikleşti. Hayâtın hengâmesinden artık bu mekanik sesleri de duyamaz hâle geldik. Dîni, dolayısıyla âhiret odaklı bir hayat tarzını cemiyet hayâtından ötelemeye çalıştığımızda, yok saydığımızda berâberinde yüzlerce yıllık binlerce geleneği, göreneği de saf dışı bırakmış oluyoruz. Tanzîmatla belirginleşen, cumhuriyetle devâm eden, günümüzde ise had safhaya ulaşan sözde modernleşme-körü körüne batı taklitçiliği, pek çok geleneğimizi, göreneğimizi hayâtımızdan birer birer alıp götürdü. Kapitalist yaşam tarzı-normları bizleri sürekli dönüştürüyor. Artık bizler de materyalist bakış açısıyla yorumluyoruz dünyâyı. Ben merkezli, menfaat odaklı ve dünyâ ile sınırlı bir mefkûre yapısı! Çıkmayan candan ümit kesilmez misâli, biz yine bize dâir olanı paylaşmaya, dertleşmeye devâm edeceğiz.

Nuri Özcan “Salâ” isimli makâlesinde salâyı şöyle târif eder: “Arapça’da ‘duâ’ ve ‘namaz’ anlamlarına gelen salâ (salât) Hz. Peygamber’e Allah’tan rahmet ve selâm temennî eden, O’nu metheden, O’nun şefâatini dileyen, âile ferdlerine ve yakınlarına duâ ifâdeleri içeren, çeşitli şekillerde tertiplenmiş hürmet ve duâ cümlelerini ihtivâ eden, belirli bestesiyle veya serbest şekilde okunan güftelerin genel adıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Ahzâb 33/56) ve hadislerde Hz. Peygamber’in adı anıldığında O’na salât ü selâm getirilmesi tavsiye edilmiş, bundan dolayı özellikle Osmanlı kültüründe salavât getirmek, salavât çekmek, salâ vermek gibi adlarla pek çok salâ metni ortaya çıkmıştır. Sözleri Arapça olup bir kısmı besteyle okunan salâlar okundukları yere ve zamâna göre sabah salâsı, cuma ve bayram salâsı, cenâze salâsı, salât-ı ümmiyye, salât ü selâm gibi adlarla anılmıştır…” (TDVİA, c.36, s.15-16, 2009)

Bizler Temiz Müslümanlarız

Yine aynı şekilde Terâvih namazının her dört rek’atı arasında getirilen “salavât-ı şerîfe” ile Kurban bayramında zikrettiğimiz “teşrik tekbirleri”nin belli bir formda, uyum içerisinde icrâ edilmesi ne büyük zenginliktir. Bâzılarının zaman zaman bizim bu güzel âdetlerimizi şu veya bu sebeple gölgelemeye çalıştıklarına üzülerek şâhit oluyoruz. Onlara Sultan Alparslan’a atfedilen bir sözle cevap vermek isteriz: “Bizler temiz Müslümanlarız. Bid’at nedir, bilmeyiz. Onun için Allah bizi azîz kıldı…” Osmanlı cihan devletinin yüzyıllar boyu barış ve adâletle hüküm sürmesinin hikmetini işte bu sevgi, saygı ve muhabbete yoruyoruz. Zîrâ Allah (cc) ve Rasûlü’ne gösterilen bu ihtiram herhangi bir zorlama veya yaptırımdan değil, milletimizin kalbî birlikteliğinden ve irfânından teberrüz etmiştir. Anadolu Müslümanları yüzyıllar boyunca oluşturdukları bu irfan medeniyetiyle âdetâ İslâm’ın sesi, soluğu, sancaktârı olmuşlardır.

Mevlîd-i şerîfler ve kandil geceleri dışında Salâ, günümüzde daha ziyâde iki durumda okunur. Birincisi her Cuma Namazından bir müddet önce okunan Cuma salâsıdır. İkincisi ise bir Müslüman’ın ölüm duyurusu ve cenâze namazına çağrıdır. Şâyet Cuma günü değilse Salâ’yı duyduğumuzda bir cenâzenin olduğunu anlar, ister istemez hüzünlenir, ölüm gerçeği ile yüzleşiriz. Bu dünyânın fânî, ebedî âlemin âhiret yurdu olduğunu daha yakînen hissederiz bu anlarda. Yakın zamanda, târihte olduğu gibi Perşembe günleri yatsı ezanından önce de Cuma’nın bir habercisi olarak salâ okunmaya başlandı. Ne güzel!

Ölen Beden İmiş, Âşıklar Ölmez

Salâlar, Türk mûsikîsi literatüründe daha ziyâde dînî mûsikînin cami mûsikîsi formları arasında gösterilir. Ancak tekkelerde ve çeşitli dînî-tasavvufî toplantılarda bâzan bir kişi tarafından, bâzan de toplu olarak bir kısmı besteyle, bir kısmı irticâlen okunan salâların epey yekûn tuttuğu kaynaklarda yer alır. Şâir ve yazarlarımız sâla temasını eserlerinde severek kullanmışlardır. İşte Yûnus Emre’ye âit bir dörtlük: “Aşkın pazarında canlar satılır / Satarım canımı alan bulunmaz / Yûnus öldü deyu salâ verirler / Ölen beden imiş, âşıklar ölmez”. Nuri Özcan adı geçen makâlesinde Salâ’nın tekkelerde “çağırma, dâvet etme” anlamında da kullanıldığını, Mevlevî dergâhında yemek vakti geldiğinde, somatçılık hizmetini yapan canın mevlevîhânenin orta yerinde “lokmaya salâ!” diye bağırdığını, mukâbele vakti geldiğinde dış meydancının her hücrenin kapısını vurup “destûr, tennûreye salâ yâ hû!” diyerek mukâbeleyi haber verdiğini zikreder.

Çabuk unutan bir milletiz. Hayâtı günübirlik yaşıyoruz. Geçmişten ibret alıp geleceğe dâir plan-program yapma hususunda ciddî eksikliklerimiz var. Salânın bu dâvet etme, çağırma yönünü, özelliğini pek çoğumuz 15 Temmuz hâin darbe girişiminde öğrendi. Oysa târihte pek çok önemli olay, gelişme, bizde olduğu gibi diğer İslâm ülkelerinde de halka yüzyıllar boyu salâ ile duyurulmuştur. Bu gelenek sâyesinde savaş ve âfet gibi olağanüstü durumlarda halk bilgilendirilmiş, tepki vermek üzere moralleri yüksek tutularak, canlı ve zinde olmaları sağlanmıştır. Murat Bardakçı bir yazısında 1703’te patlak veren ve ikinci Mustafa’nın tahttan indirilmesi ile netîcelenen “Edirne Vak’ası” ve 1730’da yaşanan Patrona Halil İhtilali’nde günlerce minârelerden salâ okunduğunu zikreder. Kezâ millî mücâdele yılları ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda da günlerce aralıksız salâlar verilmiştir. O günlere tanıklık edenler hâlâ aramızdadır. Buradan salânın hayâtî önemi hâiz bir haberleşme ve motivasyon gücünün de var olduğunu anlıyoruz. Askerî ve stratejik açıdan göz ardı edilemeyecek müthiş bir haberleşme ağı!

Doğuştan Âşinâ Olduğumuz Mûsikî

Denebilir ki “Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede bundan daha doğal ne olabilir?” Evet, yerinde ve güzel bir soru. Ancak bu yüzde doksan dokuzdan kopuk yüzde bir, bu gerçeği bir türlü kabûllenmek istemiyor veya bunlara öyle davranmaları telkîn ediliyor. Bunun başka izahı yok. Bütün eksikliklerimize ve yıpranmışlığımıza rağmen biz halkı Müslüman bir ülkeyiz ve yeri geldiğinde bunun gereğini bihakkın yerine getireceğimizi dünyâ âlem bilir. Rahmetli Mehmet Akif'in dediği gibi: “Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? / Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum…” Bu şuuru kaybetmemek ve her dâim zinde kalmak için ara sıra dönüp çektiğimiz sıkıntılara, atlattığımız bâdirelere bir göz atmakta yarar görüyoruz.

Cemâatle kılınan namazın fazîleti, ehemmiyeti tartışmasızdır. Bu konuda pek çok tavsiye niteliğinde rivâyet vardır. Toplu ibâdet yapmanın mânevî hazzı yanında farklı bereketleri de vardır. Birlikte hareket etme, teyakkuzda bulunma, aynı amaç etrâfında birleşme, kenetlenme gibi kolektif bilincin oluşmasını da sağlar. Biz farkında olmasak da bu böyledir. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama veya sâdece cenâze namazlarına katılanlar dahi bu etkileşim içerisine girerler. Daha da çemberi genişletecek olursak ezan ve salâ sesine âşinâ olan, muhabbet besleyenler de bu bereketten, feyizden nasiplerini alırlar. Sevinçte, kederde birlikte olma, aynı hissiyâtı paylaşma, aynı gâye etrâfında toplanma hâli ve hissiyâtı. Belki biz bunun farkında değilizdir ancak bu âidiyet duygusu bilincimizin bir yerlerinde saklı vaziyette durur. Çünkü biz hatırlamasak da doğar doğmaz kulağımıza ezan-ı Muhammediye okunmuştur bir kere. Sevdiğimiz birini kaybettiğimiz, kendimizi yapayalnız hissettiğimiz zaman salâ sesi yine bizim yanımızdadır. En sevinçli olduğumuz bayramın, cumanın, mübârek gün ve gecelerin gelişini salâlar vesîlesiyle öğrenmişizdir. Belki bâzı vecîbelerimizi yerine getirememişizdir lâkin bu “ilâhî-uhrevî dâvete” âşinâyızdır. Yabancı değilizdir. Ne büyük nîmet!

Ezansız Semtler

Yahya Kemal Beyatlı, “Ezansız Semtler” isimli yazısında bu durumu şöyle açıklar: “Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyâsı ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan şan sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, câmiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dînin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayâta girdiler.”

Beyatlı, halkın çoğunluğunun öyle ya da böyle yukarıda da ifâde edildiği gibi bir Müslüman kimliğine kavuştuğunu ancak batı tarzı hayat biçimini tercîh eden bir kesimin bundan mahrum kaldığını da ekliyor ve şöyle diyor: “Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyâsını nasıl görürler? İşte bu rüyâ, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyâsıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor…” (Altınoluk Dergisi, Sayı: 328)

Bu Ülkenin Kaderi Bir Salâ İle Değişti

Çocuk eğitiminin ana rahminden îtibâren başladığını, helâl anne sütü ile devâm ettiğini bilmeyenler, anlamak istemeyenler onun kulağına okunan ezanın ne anlama geldiğini de anlayamazlar. Bunlar salânın insânî, duygusal, fânîliği hatırlatan, ebediyete hazırlayan, çok yönlü uyarıcı yönünü bir tarafa bırakıp, tam tersine bir takım psikolojik kaygı bozukluğu ve negatif etkisinden söz ederler. Çünkü pozitif bilimin sınırları bu kadardır. İnsanı et ve kemik yığınından oluşan bir robot olarak görüyorlar. Onun nazarında insan üretim bandındaki makine dişlisinden farksızdır. Varsa yoksa tüketmek. Tüketerek tükenmek! Bu sebeple günümüz insanı bunalımlar arasında bocalayıp durmuyor mu?

Ezandan, salâdan, câmiden ve cemâatten rahatsız olanlar bilmelidir ki bu ülkenin kaderi bir salâ ile değişmiştir. Birbirinden incelikli nice geleneğimiz, yüzlerce yıllık birikimimiz zihnimize kodlanmıştır. Bunlar üstü kül ile kaplanmış köze benzer. Farkında bile değilizdir. Ancak hafif bir üfleme ile kül uçar, ateş meydana çıkar ve bu ateşin önünde de hiçbir güç duramaz. Bu sebeple örfümüze, kültürümüze, değerlerimize, geleneğimize burun bükmek, onları tanımamazlıktan gelmek şöyle dursun, bunlara sıkı sıkıya bağlanmalıyız. Şu saatten sonra zâten başka çâremiz de kalmadı!..

Ekim 2020, sayfa no: 52-53-54-55-56

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak