Ara

Bir Hâricî Karakter Olarak Kavramların İçini Boşaltmak

Bir Hâricî Karakter Olarak Kavramların İçini Boşaltmak

İstikameti bulmak da korumak da hiç kolay değil. Ayartıcı, uyarıcı, iğvâ edici faktörler hiç de az değil. Bilindiği gibi küfrün ilk basamağı küçük günahlardır. Hafife almaya gelmez. Bununla birlikte, denildiği gibi istiğfarla büyük, ısrarla küçük günah kalmaz. Günahlar alışkanlık yaptıkça bağışıklık kazanır, bünyeye yerleşir ve sonunda insanı duyarsızlaştırır ve rûhunu öldürür. Faslı Abdulmecid Sağir isimli yazar ülkesinde faaliyet gösteren tarîkatların faaliyetlerini tarassud etmiş ve 200 yıllık çetelesini çıkartmıştı. 18-19 Yüzyılda Tasavvufî Fikrin Islahına Dair Sorunlar başlıklı eserinde Darkaviye ve benzeri ekollere âit kimi tekkelerin nasıl da bir nesil içinde göz açıp kapayıncaya kadar çizgiden saptıklarını, yozlaştıklarını gözlemler 1. Bunu analiz eder. Burada bir tekke içindeki seyri tâkip eder ve anlık sapmaları kayda geçirir. Şazeliye ve kolu Darkaviye üzerine yoğunlaşır ve Muammed Zerruk ile Muhammed Harrak gibi söz konusu tarîkatın müteşerri önderlerini ve onların sapma trendine giren muakkiplerini konu edinir. Sapma gözle kaş arasında gerçekleşmektedir. Sapma bir akım veya tekke içinde yaşayan bir olgudur. Tashih edilmezse dâiresi genişler. Nesiller içinde gerçekleşir ve nesillerin birbirini tâkîbiyle birlikte belirginleşir. Dolayısıyla küçük günahlar gibi anlık sapmalara da âgâh olmak gerekir. Elbette bahsedilenler amelî sapmalardır.

Bu sebeple recâ hâline tutunmakla birlikte havf dâiresinden de uzak kalmamak gerekiyor. Belki havf dâiresine daha fazla ehemmiyet vermek, kefesini ağdırmak gerekiyor. Neden? Güven, azgınlığı berâberinde getirebiliyor. Genelde sapmalar emnü emandan ve tarîkatına meşrebine fazla güvenmekten kaynaklanmaktadır. Kurtuluşunu muhakkak gören insan kendini fiillerinde hür görmekte ve kalbi katılaşmaktadır. Bu güven hatâların üzerini örtüyor ve hatâlara bir şal oluyor. İnsanları ve kitleleri bozulma hissinden mâsun bir biçimde sapmalara götürebiliyor. 

Hâricîlerin öncüleri veya öncü boyları daha İslâm’ın ilk evrelerinde ve Asr-ı Saadette zuhûr etmeye başlamışlardır. Deccal’ın bir şekilde Hz. Mûsâ döneminde Samiri ve Hz. Peygamber döneminde İbnü’s Sayyad’ın kisvesinde tecessüm ve tezâhür etmesi gibi Hâricîlerin soy atası da Hz. Peygamber döneminde zuhûr etmiştir. Hâricîler potansiyel olarak zâten vardırlar, fiilî duruma geçmeleri için biraz zaman gerekir. Uygun zamânı kollamaktadırlar. Allâh’ın aslanı Hz. Ali (ra) döneminde ete kemiğe bürünürler. Bununla birlikte kökleri bi’setten sonrasına, Medîne dönemine kadar uzanmaktadır. Hâricîlerin model ataları olan Zülhuvaysira adlı zât Hz. Peygamber’e (sav) ganîmet dağıtımı ve taksîmâtı sırasında itirâz etmiş ve adâletine ta’n ve teşnide bulunmuştur2. Bu onların nasıl bir zihin ve gönül yalpalaması, sapması içinde olduklarını gösterir. ‘İsmi cismine uygun’ denildiği gibi Hâricîlerin akîdeleri de davranışlarıyla benzerlik veya uygunluk arz etmektedir. Hâricîler peygamberler için zulmü geçerli saymaktadır. Dolayısıyla bu sûretle ismet sıfatlarını inkâr etmektedirler. Kur’ân zaman zaman küfür ile zulmü eşdeğer veya eş anlamlı sayar. Bu durumda Hâricî mantığa göre Peygamberlerin kâfir olmasında da bir beis yoktur. Peygamberlere zulmü câiz yâni mümkün gören anlayış ve zihniyet, kebîre ile yâni büyük günah ile mü’minin küfre düştüğüne kail olur. Bu durumda zulüm irtikab eden peygamberler bu günahlarıyla kâfir olmuyorlar mı? Kâfir olan bir tebliğci ilâhî görevinde nasıl emîn olabilir?

İncelikten uzak ve nobran olmalarından dolayı ileri gelenlerinden Abdulkerim Bin Acred, Yûsuf Sûresi’nin Kur’ân’dan olduğunu reddetmiştir. Bu yönüyle Şiiler gibi Kur’ân-ı Kerîm’in mahfûziyetine gölge düşürmeye yeltenmişlerdir.

Ahnes İbnü’l Kays gibi kimi taraftarları kendilerine muvâfakat etmeyen veya kendi kontrollerinde olan toprakların dışında ikamet edenleri kâfir olarak damgalamıştır3. Günümüzde DAEŞ aynı anlayışı sürdürmektedir. Onlardan önce Vehhâbîler de ehl-i şirk olarak tanımladıkları ‘kabircilerin yurdunda’, İbnü’z Zübeyr’in ülkesinde (İbnü’l Zübeyr’in hâkim olduğu Hicaz topraklarında) ikameti câiz görmemişlerdir4.

Hâricîlerin ilk soy atası Zülhuvaysira’nın itirâzı üzerine Hz. Ömer (ra) adamı öldürmek istemişse de Hz. Peygamber (sav) buna müsaade etmemiştir. Hâricîlerin model atası ve soy atası, Zülhuvassira nâmındaki bedbaht adamdır. Hz. Ali (ra) döneminde bu uyuyan eğilim veya muayyen kişilerde mahfuz bu eğilim kitleselleşmiş ve kuvveden fiile çıkmıştır. 

Denildiği gibi bu eğilimin ortak özelliklerinden birisi kabalıktır. Diğeri cehâlettir. Kabalık karakterin bir ürünüdür. Küp içindekini sızdırır. Bâzı kişilere mahsus bu karakter aynı zamanda coğrafya üzerinden de iktisap edilir. Coğrafya bu tür karakterleri besler ve büyütür. Kur’ân bu karaktere ‘a’rab’ demiştir ve bedeviyete işâret eder. İbni Haldun’un yerinde tesbitiyle insan bâzı özelliklerini ve karakterini coğrafyadan alır. Bu açıdan Hz. Peygamber Necd için, ‘karnu’ş şeytan (şeytanın boynuzu) buradan doğacaktır’ buyurmuşlardır. Kimileri bunu komşu coğrafya Irak ile de tevil etmektedirler. İkisi de yerinde bir tevildir. Zîrâ bugün de Necd fikriyâtını taşıyan DAEŞ Irak topraklarında yuvalanmıştır. Keza Şiiliğin Hâricî karakterini temsil eden güruhlar da Irak’ta yuvalanmaktadırlar.

Katı coğrafyalar kaba insan karakterleri üretmektedir. Bu yüzden de Hâricîler zor coğrafyanın ürünüdürler. Hâricîlik çölün çocuğudur. Aynı coğrafyanın farklı versiyonları olan şimal ve kuzey bölgeleri medeniyet kurdu olan vahşi kavimler üretmiştir. Medenî dünyâyı istilâ eden Vikingler ve Moğollar da kezâ zor coğrafyaların ürünü ve ifrâzâtıdırlar.

Binâenaleyh söz dinlemez hareketler, hoyratlık ve kaba karakterle irtibatlıdırlar. Başlarına buyruk hareket ederler. Kabalıkları ortak karakterleri olduğu gibi aynı zamanda cehâletleri de başka bir ortak yönleridir. İlim insanı terbiye eder ve olgunlaştırır. Bedevîler ise tez canlı olduklarından dolayı uzun boylu tahsil hayâtına tahammül edemezler. Bu sebeple de Hâricîler arasından pek âlim çıkmamıştır. Esâsında kabalığın ilme de ihtiyâcı yoktur. Hâricîler arasında sahabe olmadığı gibi sonraki devirlerde de âlimleri ve bu âlimlerin oluşturduğu bir dînî literatürleri teşekkül etmemiştir. Mutezile ve Şia gibi rü’yetullâhı inkâr ederek de sığlıklarını bu alanda da dermeyân ederler. Bu açıdan indirgemeci bir dînî anlayışı benimserler. Sofistike yapıdan ve incelikten mahrumdurlar. Bu açıdan içlerinden bâzıları mecâzî aşka yer verdiğinden dolayı Yûsuf Sûresi’ni inkâra cüret etmiştir.

Peygamber’in (sav) buyruklarına yâni hadîse; onun ötesinde tarzına, yoluna yâni sünnetine de yabancı ve uzaktırlar. Peygamber’in (sav) adâletine itirâz eden bir anlayışın onun hadislerini meşk etmeye de tahammülü olamaz. Bu açıdan dînî anlayışları kusurlu ve yanlıştır. Hz. Peygamber’in adâletine itirâz eden Zülhuvaysira’nın yol torunları ve mânevî dölleri Hz. Ali’nin (ra) hakem olayına da itirâz etmişlerdir. Zîrâ bunu havsalaları almamıştır.

Derinlik ve mânevî ergenliğe hâiz olmadıklarından (rüşd) dînî anlayışları kıt ve sığdır. Bu açıdan bir nevi çocukluk hastalığına yakalanmışlar ve ona müptelâdırlar. İlmi ve mânevî seviyeleri çocuk seviyesidir. Dengeden mahrum mantîken mâlûl olduklarından kavramları yerli yerinde kullanamazlar. Adâlet birşeyi yerli yerinde kullanmak ise zulüm de tenâsüpsüzlük ve âhenksizliktir. Armoniden ve uyumdan uzaktırlar. Çoğulcu anlayışlara tahammül edemezler. Basamakları atlarlar. Eşyâyı olduğu gibi yerli yerinde değil de yerinin dışında, hilâfına kullanırlar. Buradan da zulüm neşet eder. Sözgelimi, Hz. Peygamber’i (sav) adâletsizlikle suçlayan Zülhuvaysira adâletsizdir ve zâlimdir. Zîrâ adâleti yerinin dışında ve makâmının dışında aramıştır.

Kavramlar yerli yerine oturmadığından dolayı yanlış uyarlama yaparlar. Bu sebeple de kadimen denilmiştir ki, onlar küffâra inmiş âyetleri Müslümanlar için kullanırlar. Kâfire inmiş metinleri Müslümanlara uyarlarlar. Tatbik ederler. Bu yerli yerinde kullanmamaktan da tekfir hastalığı türer. Buradan da tekfir ve istihlal hastalığı doğar. İstihlal hastalığı nâhak yere Müslümanlara küfür isnâd ederek onların kanını, malını ve ırzını helâl kılmaktır. Nitekim başta Hz. Osman ve Hz. Ali gibi güzîde ve gözde sahabileri tekfir ettikleri gibi Hz. Ali’nin kanını da helâl addetmişlerdir. Hz. Osman’ı şehit edenler ayak takımı olup daha sonra aynı gürüh bir biçimde Hâricîliğe kaymış, evrilmiş ve zor zamanda Hz. Ali’yi yüzüstü bırakmışlardır. Ardından da hayâtına kastetmişlerdir.

Bu târihî girizgâhtan sonra günümüzün Hâricîleri DAEŞ’in de üzerlerinde aynı semptomları veya ârazları tespit edebiliriz. Aynı vasıfları taşıdıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Vehhabilik de bir biçimde İbni Abidin’in doğru tanım ve tasviriyle Hâricî bir karakter ve harekettir. Bu hareket zaman zaman durulsa da başka alanlarda ve zamanlarda uç ve patlak vermektedir. Kökü Zülhuvaysira’da, dalları ve uçları ise Necd ve çölde yatmaktadır. Meselenin Hanbelîlik’le alâkası da yoktur ya da sınırlıdır. Şam Hanbelîleri’nin Vehhabi hareketten uzak durmaları, kalmaları da coğrafyadan edindikleri karakterleriyle alâkalıdır, bunu izah eder niteliktedir. Demektir ki aşırılık bir psikolojik ve sosyolojik hastalıktır. Kökleri sosyolojiye yâni sosyolojiyi üreten coğrafyaya dayandığı gibi psikolojiye de dayanır. Elbette meselenin siyâsî boyutları da vardır. Şartları olgunlaşınca zuhûr eder. Ârazları olunca ortaya çıkar. 

Günümüzden Uyarlama Örnekleri

Kendilerine Ebubekir lakâbı takmakla Hz. Ebubekir (ra)’i temsil edebileceklerini zannediyorlar, vehmediyorlar. ‘Ebubekir Bağdadi’ lakabıyla anılan zâtın ne ismi Ebubekir ne de sıfatı Bağdadi’dir. Bağdatlı değil de Samarralı olan DAEŞ Lideri İbrahim Avvad İbrahim Ali El Bedri Samarayi, takma Ebubekir ismini alarak veya Musul’u meçhul bir biçimde ele geçirdikten sonra kendinden ve cemaatinden menkul hâlife sıfatıyla hutbe okuyarak, Hz. Ebubekir’in yerini alacağını zannetmiştir. Beşinci hâlife olmak istemiştir. Lâkin ulemânın ittifâkıyla çakma halîfedir. Tarzı, tamâmen uyarlama ve taklitten ibâret. Yine Müslim’de geçen müteşâbih hadislerden birisine istinâd ederek Dabık’ı ele geçirdikten sonra buradan dünyâyı ele geçireceğini, dünyâya hükmedebileceğini zannetmiştir. Böyle olmadığı olaylarla birlikte somutlaşmıştır. Girişimleri maskaralık düzeyinde kalmıştır.

Özellikle de araç veya canlı bombalarla İstanbul’u fethedeceğini ummuşlardır. Yaptıklarının bir tür maskaralık olduğunu fark edemediler. Bağdadi, kandırmaca yarışında kendisinin Batılıları kandıracağını ve dize getireceğini zannetti. İyi niyetli olduklarını farzetsek bile Kaide’den sonra ikinci büyük yanlışı yapmışlardır. Kaide ABD ile savaşmak için onu Ortadoğu’ya çekmek istediğini söylerken, canına minnet denildiği gibi Amerikalılar da bunu tehâlükle ve sevinçle karşılamış ve fırsata dönüştürmüşlerdir. Zîrâ onlar da Soğuk Savaş sonrası bölgeye sızma fırsatı kolluyor, müdahale imkânı arıyorlardı. Kaide bunu Amerikalılara altın tepside sunmuştur. Daha sonra Amerikalıların (Bush ve Obama idâresinde) Ortadoğu’yu altın bir tepside İran’a sunmaları gibi.

DAEŞ denilen örgüt müteâabih hadisleri kendi lehine saptırıyor, çarpıtıyor. Bunlardan birisi de Dabık’la alâkalı hadistir. Daha önce bütün propagandasını Dabık hadîsi üzerine inşâ eden, oturtan karanlık ve kanlı örgüt Dabık’ı kaybetmesiyle birlikte çark etti ve bu müjdenin ve gaybî haberin tahakkuk vaktinin henüz gelmediğini söyledi. Dabık’ı ele geçirdiklerinde böyle söylemiyorlardı. Dabık’ı ele geçirince farklı dilden konuşuyor, telden çalıyor; kaybedince de farklı dilden konuşuyorlar. Bu da tasdîke medar olmadıklarını ve harcıâlem bir örgüt olduklarını gösterir.

“Kıyâmet DAEŞ İçin Koptu"

Fırat Kalkanı operasyonunu hakkında bilgi veren Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın örgütün mânevî iddialarıyla alâkalı şunları söylemiştir: "DAEŞ terör örgütü açısından teolojik anlamları da olan, kendilerine göre kıyâmet savaşının kopacağını iddia ettikleri Dabık şehri de onların elinden alındı. Kıyâmet falan kopmadı. Tam tersine kıyâmet DEAŞ için koptu.”

Dabık İstismârı Örgütün Elinde Patlamıştır

Nitekim DAEŞ’ın bir yayın organına adını veren Dabık, örgüt için sembolik öneme sâhipti. Örgüt, Dabık’ta Batılı güçlerle (Rumlar) yapacağı savaşla “âhir zamanda zafer sürecinin” başlayacağına inanıyordu. Bununla birlikte daha önceki propagandalarının aksine örgüt, internette yayınladığı bir dergisinde, elebaşı Ebubekir Bağdadi’nin, “Beklediğimiz Büyük Dabık Savaşı bu değil” şeklindeki ifâdelerine yer vermiştir. Böylece bir efsânenin sonuna gelinmiş oldu. Halep’te öldürülen Ebu Muhammed Adnani de Mart 2014 târihinde Dabık’tan Roma’ya kadar geniş bir hedef haritası çizmişti. Bunu veya DAEŞ’in hastalıklı hayallerinin sonunu görmeye ömrü vefâ etmemiştir. Denildiği gibi büyük kıyâmet kopmadan DAEŞ’ın kıyâmeti kopmuştur. Çünkü kendisine uyarladığı müjdeli hadislere ve âyetlere lâyık bir yapı ve örgüt değildir. Kendisine intibâk eden başka hadisler olmasına rağmen bunları görmezlikten gelmiştir. Kendi kendini kandırmıştır. Çapulculuk derekesinde bir örgüt kendisini cihanşümûl bir misyona âmâde, mîrâsa lâyık görmektedir! 

Örgütü yakından tanıyanlar Dabık meselesi de dâhil 27 meselede DAEŞ’ın Hâricîlere benzerlik arz ettiğini ifâde etmişlerdir5. Dabık hadîsinin kendilerinden bahsettiğini söylemişlerdi. Zora gelince de çark ettiler. 

Kısaca kavramların içini boşaltıyor ve müteşâbih hadisleri kendilerine yontuyor ve zamânından evvel muhkem hâle getiriyorlar. Ama zamânın sağlaması çürüklüklerini ve sahteciliklerini ortaya koyuyor.

Dipnotlar

1 - إشكالية اصلاح الفكر الصوفي في القرن 18/19 / الصغير، عبد المجيد

2 - http://islamstory.com/ar

3 - Mâlimu’l Hüda ile Fehmi’l İslam, Mervan İbrahim el Kaysi, s: 38, el Mekteb el İslami, Beyrut.

4 - El Mecmuu’l Müfid, Resail ve Fetava Eş Şeyh Saad Bin Hamd Bin Atik, Riyad, 1983 s: 113

5 - El Haruriyyetü’l Evvelun ve Daiş El Muasirun/ Öncü Haruriler Çağdaş DAEŞ’ciler! Thabatcenter, Suudi Arabistan, baskı Gureba Yayınları İstanbul

Kasım 2016

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak