Ara

Ümmet Çiçekleri Yeniden Açacak

Ümmet Çiçekleri Yeniden Açacak
Yeter deme zamânı gelmedi mi bu bencilliğe ve vurdumduymazlığa? Merhametsizlik çölünde kavrulan, kaybolmaya yüz tutmuş insanlığın yeniden çiçek açma zamânı gelmedi mi? Açlıkla, vatansızlıkla sınanan, kendi memleketinde köleleştirilmek istenen bu ümmetin kardeşlerimiz olduğunu, “onların yaralarına ümmet kardeşliğinin merhem olacağını” hatırlamamızın zamânı gelmedi mi? Bir tarafta küçücük çocukların cansız bedenleri deniz kıyılarına vururken, bu normal bir şeymiş gibi âdetâ görmezden geliyorlar. Sanki denizden kıyılara vuran insan vücûdu değil de öylesine bir çöpmüş gibi muamele ediyorlar. Sahillere vuran o cesetler birkaç çeşit hayvan veya birkaç torba çöp olsaydı, sözde medenî olan ama özde rûhunu benliğini kaybetmiş, acınası hâle gelmiş insanlık daha çok tepki verirdi bu duruma. Sanki ortasından nehir geçen iki ayrı küçücük köy gibi oldu koskocaman dünyâ. Nehrin bir tarafında lüks içinde yaşayan, kazandıkça yiyen, yedikçe azgınlaşıp bencilleşen bir nesil yetişti acılara duyarsız. Parayı, şöhreti, şehveti kendine amaç edinmiş, arsızlığı normal karşılayan, çıplaklığı doğallık sayan, zinâya flört diyen batılılaşmanın medeniyet olduğu zanneden ve o şekilde empoze edilerek büyütülen bir nesil ve o nesli yetiştiren anne babalar. Günümüz şartları bunu gerektiriyor sözcüklerinin arkasına sığınan, Allâh’ın emri olan İslâm’ın şartlarını unutan, acınası hallere düşen analar babalar ve evlatları. Merhum Mehmet Âkif kalemini ağlayan yüreğine tercümân eylemiş, dün de bugün de aynı tuzağa düşen ümmetin hâlini dizeleriyle bize mirâs eylemiş: Kim demiş Avrupa insanı medenî? Ne edep var ne hayâ çırılçıplak bedeni! Eğer medeniyet açıp saçmaksa bedeni; Desenize hayvanlar bizden daha medenî! Kul olmak çağdışıyken, soyunmak çağdaşlık, Din kardeşliğini bıraktık biz, ecnebiyle kaynaştık. Sünnet sakal yobazlık, top sakalsa medenî. Unuttun sen ey vefâsız ehlisünnet dedeni. Yüce Allâh’ın şefkat ve merhametinin büyüklüğünü hatırlayarak kul olduğumuzu ve yaratılmışların en güzeli Habîbullâh’ın (sav) ümmeti olduğumuzu hatırlamanın zamânı geldi de geçiyor bile. Biliyoruz ki onun yolunu kaybedersek her şeyimizi kaybederiz. Çünkü insan olmamızın hasletleri önce kul olmaktan ve Allah Resûlü’nü rehber edinmekten geçiyor. Şefkat, merhamet, edep ve hayâ tüm güzellikler onunla geldi bize. Nitekim Cenâb-ı Hakk Hazreti Peygamber’in (sav) şahsında bütün ümmete ifâde buyurduğu âyet-i kerîmede bu hakîkati beyân eder: (Ey Rasûlüm!) O vakit Allâh’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et.”1 Zünnûn-ı Mısrî’nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken bir de baktım ki görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor. Çok korkmuştum. Beni onun şerrinden koruması için Cenâb-ı Hakk’a sığındım. Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıkıp akrebe doğru geldi. Akrep kurbağanın sırtına binip suyun üzerinde yüzüp gittiler. Ben de onların arkasından yürüyüp peşlerini tâkip ettim. Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın yanına gitti. Bir de baktım ki ağacın altında Allâh’a âsî olarak bilinen bir genç mışıl mışıl uyuyor. Kendi kendime: Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, bu akrep nehrin ötesinden buraya bu genci sokmak için mi geldi? dedim ve akrep gence yaklaştığı zaman hemen akrebi öldürmeye karar verdim. Akrebe yakın bir yerde durdum. Bir de baktım ki karşıdan büyük bir yılan genci öldürmek için gence doğru geliyor. Akrep ona hücûm etti, üzerine çıkıp başını sokmaya başladı. Akrep yılanın ölmesine kadar başını sokmaya devâm etti. Yılan öldükten sonra akrep nehre döndü. Kurbağa da onu orada bekliyordu. Akrep kurbağanın sırtına bindi, nehrin öteki yanına geçtiler. Ben arkalarından onlara şaşkınlıkla bakıp kaldım. Nihâyet dönüp gencin yanına geldim, uyuyan gencin başucunda durarak şu beyitleri söyledim: Ey uyuyan! “Allah seni karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Yüce Allah’tan gözler nasıl uyur ki sana ondan bütün nimetlerin faydaları gelir.” Genç benim bu sözlerimden uyandı. Kendisine hâdiseyi anlattım. Bunun üzerine genç tevbe etti, kötülükten vazgeçip iyilerden oldu, ölünceye kadar hayâtı böyle devâm etti ve Allâh’ın kullarına olan merhametinin, şefkatinin büyüklüğü karşısında acziyetini hep dile getirdi. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı Hakk rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüz’ünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle yaratıklar birbirlerine merhamet ederler. Hattâ anne atın (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile bu ‘yüzden bir’lik rahmetin eseridir.”2 Merhamet duygusu, îmânın meyvesi ve mü’minin ayrılmaz hasleti olup Allah Teâlâ’nın seçkin kullarına nasîb ettiği bir fazîlettir. “Merhûm Ramazanoğlu Mahmud Sâmî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan kişi: “Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız “Beni merhametle kucaklayacak başka bir kapı mı var ki!” diyerek çaresizliğini dile getirir. Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi hemen kapıya gelir ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu gönül inceliği üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur. Allâh dostlarında müşâhede edilen ‘Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta şefkatle bakabilmeyi’ Peygamber Efendimiz (sav) hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır: “Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz.” Ashâb-ı Kirâm “Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediklerinde, Allâh Rasûlü (sav) “Benim kasdettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta olan merhamettir, evet bütün mahlûkâta merhamet!” Ey Rabbimiz; bütün günahlarımıza rağmen Sen rahmetinle sararken tüm benliğimizi; biz öfkeyle, kinle yoğuruyoruz rûhumuzu. Acıların, gözyaşlarının, derinden gelen âhların üzerine tahtlar kurar olduk. Büyüklüğünün karşısındaki acziyetimizi unuttuk. Dostluğun, sadâkatin, şefkatin, vefânın yerine düşmanlık, kin koyduk. Biz ne Ensar ne Muhacir olabildik; bir ümmetken parça parça olduk, fırka fırka bölündük. Rabbimiz! Toparla bizi, dağılmış parçalanmış yüreklerimizi. Hatırlat bize kulluk görevlerimizi. Resûlünün (sav) ümmeti olduğumuzu hatırlat bize. Ey Rabbimiz; öğret bize; aşkınla dağlanan yüreklerden arşa yükselen kabûl ettiğin duâlar gibi, Meleklerinin de âmin âmin dediği duâlarını öğret… Nuriye Eycan (Eylül 2016) Dipnotlar: 1 Âl-i İmrân, 159. 2 Buhârî, Edeb, 19 3 Hâkim, Müstedrek, IV, 185

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak