Ara

Rumeli’nin Mânevî İskânı

Rumeli’nin Mânevî İskânı
Osmanlı’nın bir beylik olarak yeşermeye başladığı Anadolu topraklarından filizlenip Viyana kapılarına dayanacak kadar güçlü bir orduya sâhip imparatorluk olmasının sırrı nedir diye düşündüğümüzde verilecek bir tek cevap var: Yüksek Mâneviyat! Bir toplum düşünün ki en başındaki devlet büyüğünden (devletin zirvesinden) aşağıya doğru inildikçe halkın her katmanının aynı mânevî duygulara sâhip olması ne ile izah edilebilir? İzah edebiliriz belki ama bu moral-motivasyon nasıl sağlanmış? Bu mânevî eğitim nasıl ve kimler tarafından verilmiş? Bu soruların da cevaplanması ve günümüze rol model olması elzemdir. Öncelikle Osmanlı toplumu dervişler tarafından mâneviyâtı güçlendirilmiş bir toplumdu. Askerînden memuruna, tüccarından devlet adamına kadar herkes bir mânevî okulun müntesibi idi. En azından bir kapıya muhipti. Yâni asgarî olarak dervişlere muhabbetleri vardı. Zamânının halk eğitim merkezleri olan tekkelerde öncelikle edep ve ahlâk eğitimi verilirdi. Bu şekilde mânevî bir eğitimden geçirilen halk hiçbir şekilde istilâcı olmaz, olamaz. Onlar fütüvvet ehli idiler. Fetihler ile gâyeleri İslâm’ın güzel ahlâkını yeni beldelere taşımaktı. Böyle başladı serüvenleri. Askerî gücün yanında mânevî güçten de destek alıyorlardı. Her savaşta muhakkak dervişlerden, velîlerden bir bölük de hazır olurdu. Ancak fütüvvet, askerî birliklerden önce bölgeye gönderilen dervişler tarafından gerçekleştiriliyordu. Öncelikle gönüller fethediliyordu. Yeni coğrafyalarda binbir sıkıntı içinde yaşayan halklar, kendi topraklarına gelip karşılıksız, menfaatsiz şekilde kendilerine hizmet eden, yol gösteren, zanaat öğreten, aziz veya melek olduklarına inandıkları bu fevkalâde insanlara meftûn oluyorlardı. Kimse inancı hemen ön plana çıkarmazdı. Ama nihai gâye de o idi. Çünkü bir insan İslâm ile tanışır ve kabûl ederse ebedî kurtuluş demektir. Ve de bir insanı kurtarmak bütün kâinâtı kurtarmakla eşdeğer kılınmıştır. Diyebiliriz ki; Rumeli'nin mânevî iskânı geri dönmemek üzere giden görev adamlarının eli ile olmuştur. Gittikleri yeri sömürü hâline getirme niyetiyle değil, maddî mânevî olarak geliştirme çaba ve gâyesi ile fedâkârca çalışmışlardır. Osmanlı, coğrafî olarak Anadolu’nun en batısına yerleşmeyi tercih etti. Bu sebeple yayılma şekli sürekli batı istikametindeydi. Askerî fetihlerden önce o bölgeye, bir dergâhta gönül eğitimini tamamlamış dervişler giderdi. Orada öncelikle bölge halkının gönlünü feth etmenin yollarını ararlardı. Gâye, hem yeni kurulmuş devlete toprak ve tebaa kazandırmak hem de güzel dînimizi bölgedeki halka tanıtmak ve tebliğdi. Bu tebliğ faaliyeti çoğu zaman hâl ile olmuştur. Kılıç zoru ile İslâmlaştırılmış hiçbir halk yoktur târih sahnesinde. Ancak kılıç zoru ile Hristiyanlaştırılmış, başka inançlara zorlanmış birçok halk görebilirsiniz. Osmanlı’yı Osmanlı yapan sır burada gizlidir. Zorbalıkla inanç diretmemiştir. Severek ve sevdirerek gönülleri feth etmiştir. Bölgeye ilk gelen fakat haklarında detaylı fazla da bilgi bulunmayan, bazı efsânelerin ötesine geçemeyen bilgiler ile o devrin dervişlerinin hangi tarîkata ve meşrebe bağlı olup olmadıklarını bugün bilimsellik adına tartışmanın hiçbir faydası yoktur. Çünkü onlar fütüvvet ehli idiler. Dünyâya geldiler, eğitimlerini aldılar, hizmetlerini ettiler ve buradan göçüp gittiler. Bektaşî miymiş, Halvetî mi, Nakşibendî mi olduğundan ziyâde özü yakalamış mı, hizmeti kendine düstur edip insanlığa bir katkı sunup gidebilmiş mi? Bence bunların cevâbını bulmak gerekiyor. Çünkü bütün tarîkatlar özünde birdir. Ve ellerindeki müfredat aynıdır. Sâdece uygulamada yöntemleri değişiklik gösterir. Ancak kazandırılmak istenilen duygular ve davranışlar hepsinde aynıdır. Bu sebepledir ki bu insanlar bende olup bağlı oldukları o mânâ kapılarından almış oldukları güzellikleri girmiş oldukları sınavla ispatlamış ve o büyük misyon uğrunda hayâtını severek vermeye doğru güneşin battığı yöne doğru gitmişlerdi. Hülâsa, Balkanlar, Osmanlı ordusu tarafından gelinip askerî açıdan fethedilmeden önce seyyah dervişler tarafından bir anlamda fethedilmiştir. Diğer bir deyişle Osmanlı buraya geldiğinde yerli halk psikolojik olarak bu fethe hazır hâle getirilmiş bulunuyordu.1 Türk-İslâm adına bir gönül fethi gerçekleştiren dervişlerin önemli rol oynadığını, günümüzde dahi yol kavşaklarında bulunan tekkelerin varlığını koruması ile açıklamak mümkündür. Balkanlar’da İslâmiyet’in ilk tohumlarının tarîkatlar tarafından atılması, tasavvuf anlayışındaki derin insan sevgisi, yüksek hoşgörü ve karşılıksız hizmetler yaşayan halkın dikkatini çekmiştir.2 Bölgeye gelen dervişler hemen gelir gelmez bizim bu gün tahayyülümüzde taş ve topraktan bir binâ gibi görünen tekke ve zâviyelerini kurup tarîkat erkân ve geleneğini yaymaya kalkmadılar. Hem gerekli zemin ve zaman değildi. Halk henüz İslâmiyet’i bile kabûllenmemişti. Bir başka sebebi ise; halkın güvenlik, karnını doyurma gibi ihtiyaçları henüz karşılanmamıştı. Ayrıca gelen dervişler sâdece birer din adamı değillerdi. Hristiyan keşiş ve râhipler sâdece ibâdet eden, tanrı adına günahları bağışlayan insanlar olmasına rağmen Türk dervişler tarîkat taassubundan uzak bir şekilde diğer tarîkat mensupları ile kaynaşıp, bir aksiyoner adamda bulunması gereken her haslete sâhiptiler. Her derviş bir zanaat sâhibi idi. Kimi tarım işini çok iyi bilirken kimi yapı işçiliği yapıp halka da bir nevi kurs veriyordu. Tarım toplumunun fabrikası değirmen en çok bu dönemde dervişler tarafından kurulup işletilmiş olsa gerek. Bu öncü dervişlerin genel olarak bir bölgeye gitme ve gittikten sonra orada düzen kurma serüvenleri birbirlerine çok benzemektedir. Günü geldiğinde tekkeden şeyhin izni ve emri ile ayrılır. Kimi atının durduğu yerde vazîfelendirilir kimisi kandilin söndüğü yerde, kimi de şeyh tarafından fırlatılan asânın filizlendiği yere gönderilir. Bu yerler de gönderildikleri bölgenin en ıssız ve boş arâzileridir. Orayı îmâr eden derviş veya dervişler topluluğu yavaş yavaş bölgedeki halkı etrâfında toplar. Etrâfını, coğrafyayı mâmur etmiştir. Şimdi sırada gönüllerin îmârı çalışması vardır. Her insanın ihtiyâcı olan şefkat ve saygıyı da bol bol gösterdikleri halk kitlesi, Allah sevgisine dayalı insan sevgisini görünce İslâm inancını benimsemişlerdir. Balkanlar’da Osmanlı öncesi tasavvuf anlayışının bu yönünü temsîl eden ve hakkında birçok efsânenin dilden dile dolaştığı, Müslümanlar arasında sevildiği kadar Hristiyanlarca da benimsenmiş olan şahıs şüphesiz Sarı Saltık (Ö.1264)’tır. Sarı Saltık Dede’nin hayâtı sayısız efsânenin konusu olmuştur. Osmanlılar Balkanlar’a gelmeden önce iki asra yakın bir zaman diliminde İslâm’ı yayan birçok dervişin ismi meçhul kalmıştır. Ancak Sarı Saltık böyle değildir. O, 13. Asırda Güneydoğu Avrupa’nın birçok ülkesinde faaliyetler gösteren ve kahramanlığı ve de velîliği hakkında bir hayli efsânevî rivâyet nakledilen bir şahıstır. Bu önemli şahsiyetin varlığını ve faaliyetlerini anlatan Balkan menşe’li vesîkalara rastlanmamaktadır ve genel bilgiler mahallî an’anelere, şifâhî rivâyetlere, mezar ve türbelere dayanmaktadır. Sarı Saltık’ın Müslümanlar arasında sevilmesi kadar Hristiyanlarca da benimsenmiş olması, mezarının yedi ayrı yerde olduğunun söylenmesi ve hattâ kilise avlularında mezarının bulunduğundan bahsedilmesi, tasavvuf akımlarının Balkan milletleri arasındaki yüksek hoşgörü ve tâkip ettiği metodu anlatmaktadır. Gayr-i Müslimlerin ülkelerine giden Sarı Saltık bazen Müslüman olduğunu gizlemek zorunda kalmıştır.3 Osmanlılardan önce bölgeye gitmiş olan Türk boylarının da var olduğu bilinmektedir. Ancak Roma kilisesinin baskısı ve faaliyetleri ile zamanla milliyetini ve dînî inancını kaybetmiş olan bu toplulukların bölgede varlığı, bu gezici dervişlerin bölgede kabûl görmesini kolaylaştıran bir zemin teşkîl etmiştir. Bunun yanında bölgede devâm eden Slav akınlarının ve iki büyük kilisenin baskısı da yeni gelen barış ve sevgi neferlerinin kabûl görmesinde etken olmuştur. Bölgeye çok önceden Hun-Atilla imparatorluğu döneminde ve sonrasında gelen Türk boyları zaman içerisinde Katolik ve Ortodoks kiliselerinin baskısı ve bölgedeki Slav akınları netîcesinde dillerini ve dinlerini büyük ölçüde kaybetseler de örf ve an’anelerine bağlılıkları da öncü dervişlerin telkin ettiği yaşam tarzı ile örtüşünce yeni dînî inanış ve yaşayışa adapte olmayı hızlandırmış ve kolaylaştırmıştır. Boşnakların İslâmlaşması, bağlı oldukları Hristiyanlığın Bogomil mezhebinin fazîleti sâyesinde olmuştur. Çünkü bu inanç sisteminde diğer Hristiyan mezheplerinde olduğu gibi teslis inancı yoktu. Allâh’ın birliğine dolayısıyla tevhîde inanmaktalardı. Kilise ve haç yoktu. İslâmiyet’in birçok fazîletini ihtivâ eden bir inanca sâhiptiler. Bölgeye gelen öncü dervişlerin va’z ettikleri İslâm ve tasavvuf anlayışı ile benzerlik gösterip örtüşen kendi inançları İslâm’ı kabûl etmelerini kolaylaştıran en büyük faktör olmuştur. Balkanlar’da böylece ilk mânevî iskân çalışmaları gâzi dervişler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bölge halkının gördüğü zulümden haberdâr olan bu sistem, bölgeyi gerek maddî gerek de mânevî olarak îmâr etmek için harekete geçmiştir. Nice isimsiz dervişlerin varlığını her köy ve kasabada yer alan yatır ve türbelerden bilmekteyiz. Bu kurucu ve öncü dervişler sâdece yaşadıkları dönemde değil daha sonraki dönemlerde de mânevî varlıkları ile, halkın inanç ve kültürüne tutunup sâhip çıkmasına vesîle olmuşlardır. Mikail Türker BAL Kaynakça: 1 İzeti, Metin; Balkanlarda Tasavvuf, syf. 47, İnsan Yayınları 2013 2 A.g.e. syf. 48 3 A.g.e. sy. 51

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak