Ara

Osmanlı Hakkında Bilmediklerimiz

Osmanlı; devleti, toplumu, medeniyeti ve tarihiyle yeni keşfetmeye ve tanımaya başladığımız, uçsuz bucaksız bir iklim, adeta tek başına müstakil bir kıta veya dünya olma özelliğini korumaya devam ediyor. Hakkında sahip olduğumuz ya da bildiğimizi zannettiğimiz malumatlar o kadar az, eksik, hatta yanlış, tahrifat ve çarpıtmalarla dolu ki, bunlarla Osmanlı’yı, tarih ve medeniyetini ilmî bir sıhhat ve tutarlılık içerisinde anlamak ve aktarmak mümkün değildir. Bu yüzden, malum olduğunu veya çok bildiğimizi zannettiğimiz, gerçekte meçhul bir âlemle karşı karşıya bulunduğumuzu söylemek mübalağa olmaz. Aşağıda bize hâlâ büyük ölçüde meçhul olan o sırlı iklimin perdelerini aralayıp keşfetmeye ve tarihini yeniden yazmaya/okumaya yarayacak bazı çarpıcı bilgiler, ipuçları, ezber bozucu tespit, analiz ve tezler bulacaksınız: OSMANLI’DA “KORSAN”IN ANLAMI BUGÜNDEN FARKLIYDI “Korsan” kelimesine günümüzde “deniz haydudu/teröristi” gibi olumsuz bir anlam yüklense de Osmanlı’da böyle bir anlamı yoktu. “Deniz haydudu”nun Osmanlıcadaki karşılığı, “deniz haramisi”, “deniz şakisi”, “derya eşkıyası”ydı. “Korsan” ve “korsanlık” kavramlarına ise bugünkü anlamından çok farklı olarak övünülecek bir sıfat ve meziyet, büyük bir kahramanlık olarak bakılıyordu. Korsan, Osmanlı Bahriyesinin (deniz gücünün/donanmasının) kahraman, cengâver, akıncı bir zümresiydi. Osmanlı arşiv kayıtlarında ve ana kaynaklarda büyük amiraller ve reisler methedilirken kullanılan sıfat ya da lakaplardan biri de “mahir korsan”, “büyük korsan” olmuştur. Korsanlıktan gelmeyen/yetişmeyen denizciler, tam manasıyla denizci olmuş sayılmazlardı. Korsan sınıfı, Bahriye’nin en seçkin, imtiyazlı, savaşçı ve fedaî sınıfıydı. Karadaki akıncı sınıfının denizdeki karşılığıydı. Büyük fetihlere, cenklere, harekâtlara/operasyonlara ve kahramanlıklara imza atmışlardı. Bir anlamda bugünkü deniz komandoları gibi en tehlikeli ve hayatî görevleri korkusuzca yerine getirmişlerdi. Düşman donanmasına ait gemileri açık denize bırakmaz, zapt eder, batırır, zarar verir ve sonuç itibariyle tehlike olmaktan çıkarırlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna’ya göre Osmanlı Korsan Ocağının gerçek kurucusu, onu cihanşümul bir kudret seviyesine getiren Sultan II. Beyazıd’ın 3. Oğlu, Yavuz Sultan Selim’in de ağabeyi Şehzade Korkud idi. Korsanlığın piri ise Oruç Reis’ti. Korsan Ocağının başına ondan sonra Hızır Reis (Barbaros Hayreddin Paşa) geldi. Barbaros’un Kanunî tarafından İstanbul’a davet edilmesi ve Osmanlı Kaptan-ı Deryalığına getirilmesi üzerine de ocağın başına Turgut Reis geçti.1 OSMANLI’DA “ARPALIK” UYGULAMASI MEŞRUYDU Osmanlı’da “Arpalık” kelimesinin anlamı da günümüzdekinden tamamen farklıydı. Günümüzde devlete ait çeşitli kuruluşların kimi şahıs ve kurumlarca tek yanlı amaç, menfaat ve hizmet aracı, “çiftlik” haline getirilmesi manasında kullanılmaktadır. Osmanlı’da ise devlete ait bazı “dirlik” topraklarının gelirinin, emekliye ayrılan ve bir süreliğine açığa alınan yüksek dereceli görevlilere geçici olarak verilmesi karşılığında kullanılmıştır. Arpalık adıyla verilen toprakların cinsi (has, zeamet, tımar), büyüklüğü ve geliri, görevlinin derecesiyle doğrudan alakalıydı. Daha çok da ilmiye sınıfı mensuplarına (şeyhülislam, kadı, kazasker, müderris vs.) emekli maaşı karşılığında verilirdi. Zamanla görevdeki yüksek ilmiye mensuplarına da ek bir gelir olarak arpalıklar verilir olmuştu. Arpalık sahipleri görev yerlerine nadiren gider; genellikle yerlerine naip (vekil) tayin eder, onlar vasıtasıyla topraklarını idare eder ve gelirini toplatırlardı. Bu uygulama, 16-18. Asırlar arasında yaygın ve normal/meşru bir uygulama olarak varlığını sürdürmüştür.2 “KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR” SÖZÜNÜ İLK KİM SÖYLEDİ? Osmanlı’da “Reaya”nın, bugünkü karşılığıyla köylünün devletin/milletin efendisi olduğu sözünü ilk defa telaffuz eden padişah, Kanunî Sultan Süleyman’dır. Kanunî, bir gün devlet adamlarıyla görüşürken onlara “Velinimet-i âlem kimdir?” diye sorduğunda, “Besbelli ufukların Padişahı ve her şeyin sahibi Sultanımız Hazretleridir” cevabını alınca itiraz etmiş ve şu insaflı karşılığı vermişti: “Velinimet hakikatte reayadır. Onlar ziraat ve çiftçilik emrinde huzur ve istirahati kendilerine haram ederek, elde ettikleri nimetle bizi beslerler.” Cumhuriyet döneminde Atatürk, 16 Mart 1923’te Adana’da, “Türk Ocağı Çiftçileri” tarafından verilen ziyafette, çiftçilere hitap ederken aynı sözü benzer bir ifadeyle tekrarlamıştır: “Muhterem çiftçiler, sizler hepimizin babasısınız, hepimizin efendimizsiniz.”3 PADİŞAH, ŞEYHÜLİSLAMLARI AYAKTA KARŞILAMAK ZORUNDAYDI Şeyhülislamlar, ilmiye sınıfının reisi olarak Osmanlı’da en nüfuzlu ve imtiyazlı görevlilerden biriydi. Devlet idaresi, padişahlar ve diğer görevliler üzerinde saygın ve caydırıcı bir etkiye sahiplerdi. Verdikleri kararlar, yaptıkları içtihatlar ve çıkardıkları fetvalar bağlayıcıydı. Padişahların seçimi, görevlerinden azli ya da hal’ edilmesinde, seferlere ve savaşlara karar verilmesinde dâhi neşrettikleri fetvalarla belirleyici olurlardı. Yavuz ve Kanunî dönemlerinde yaşanan birçok hadise ve icraatta görüldüğü gibi padişahların şeyhülislama ve onun fetvalarına rağmen herhangi bir adım atması ve faaliyette bulunması neredeyse imkânsızdı. Sadrazamlar, bütün vezirleri/nazırları kendisi seçip padişaha onaylatırken, şeyhülislamı sadece padişah tayin edebiliyordu. Şeyhülislamların büyük imtiyazlarından biri de, padişahların kendilerini oturduğu yerde değil, ayakta karşılamak zorundaydı. Bu ayrıcalık sadrazamlara bile bahşedilmemişti. Padişah, sadrazamın tebrikini veya herhangi bir meseleyi arzını tahtında oturarak dinler ve mukabelede bulunurdu.4 HÂCE-İ SULTÂNÎ: PADİŞAHLARIN İMTİYAZLI BAŞ HOCALARI Osmanlı’da şehzadelerin eğitimine büyük önem verilmiştir. Daha 4-5 yaşlarından itibaren “Şehzadegân Mektebi” ismiyle anılan saray içindeki mektepte kendilerine tahsis edilen birçok hoca (öğretmen), âlim ve mürebbiye aracılığıyla özel bir eğitime tabi tutulmuşlardır. Bu hocalardan birisi “baş hoca” tayin edilirdi. Eğer, baş hocanın yetiştirdiği şehzade padişah olursa, “hâce-i sultânî” sıfatıyla anılırdı. Protokolde, kendisine sadrazam ve şeyhülislamdan sonra üçüncü sıra verilerek imtiyazlı bir mevkide tutulurdu. Hâce-i Sultan, asla azledilemezdi; padişahın müşaviri olarak ölünceye kadar bu unvanını ve saygınlığını muhafaza ederdi. II. Osman gibi bazı padişahlar, tahta çıktıktan sonra da kendi arzularıyla hocalarından (Ömer Efendi) ders almaya devam etmişlerdir. Ayrıca şeyhülislamlık görevi de kendisine verilmişse, iki reisliği şahsında toplayan anlamında “câmî’ür-riyâseteyn” adıyla başka bir unvana daha sahip olurdu. Osmanlı tarihinde bu unvanı taşıyan üç şeyhülislam vardır: III. Mehmed’in hocası, devlet adamı ve tarihçi Hoca Sâdeddin Efendi; II. Mustafa’nın hocası, büyük âlim Erzurumlu Feyzullah Efendi ve Sultan Abdülaziz’in hocası Hasan Fehmi Efendi.5 MEDRESE HOCALARINA VERİLEN ASTRONOMİK MAAŞLAR Osmanlı’da ilim sahibi âlim, hoca ve müderrislere maddî, manevî ve insanî anlamda büyük kıymet verilmiş, devlet ve toplumun en seçkin, müreffeh ve ayrıcalıklı sınıflarından birisi haline getirilmişlerdir. Misâlen medrese hocası müderrislere tahsis edilen maaşları incelediğimizde tespit ettiğimiz, bugüne göre çok daha astronomik olan şu rakamlar karşısında hayret ve şaşkınlığa kapılmamak imkânsızdır: Orhan Gazi zamanında açılan ilk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’nde, rektör müderrise günde 30 akça maaş ödeniyordu. Sonraki yıllarda “Sultâniyye Medresesi” adıyla talim ve terbiyeye başlayan Bursa Medresesi’ndeki uygulamaya baktığımızda, Çelebi Mehmed zamanında rektör müderrise günde 50 akça ödendiğini görüyoruz. II. Murad zamanında Edirne’de hizmete giren medrese, Bursa Medresesi’ni de geçerek günlük ödemeyi 100 akçaya çıkarmıştır. Fatih zamanında İstanbul’da açılan “Sahn-ı Semân” denilen sekiz fakülteden ibaret medresenin, her bir fakültesinin başındaki dekan müderrise tahsis edile günlük ücret 50 akçaydı. (Müderrislerin asistanlarına da günlük 5 akça veriliyordu) Kanunî Sultan Süleyman devrinde kurulan Süleymaniye Medresesi’nde ise, rektör müderris günlük 100 akça alırken, dekan müderrisler de günlük 60 akça almışlardır. (15.04.2014 tarihi itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nde 1 tam altın fiyatının serbest piyasada 630 TL civarında olduğunu dikkate alarak müderrislere ödenen maaşların bugünkü değerini hesaplayabilirsiniz.)6 Dipnotlar: 1) Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.10, İstanbul, 1983, Ötüken Neşriyat, s.88-89. 2) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1965, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s.118-120; Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.10, s.238. 3) Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü'l-Vüzerâ ve'l-Ümerâ, Wright neşri, Amerika, 1935, s.71; “Defterdar Sarı Mehmet Paşa Devlet Adamlarına Öğütler” Adıyla Sadeleştiren: Hüseyin Ragıp Uğural, İstanbul, 1987, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.94; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c.2, 1952, Türk İnkılap Enstitüsü Yayını, s.116; Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.10, s.195, 457-458. 4) Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.10, s.258-259. 5) Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.10, s.262-263. 6) Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul, 1946, İstanbul Üniversitesi Yayınları; Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, c.6, İstanbul, 1984, Üçdal Neşriyat, s.256-257; Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.10, s.298-299. İsmail Çolak

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak