Ara

İrfânî Geleneğin Birarada Yaşama Teşebbüslerine Sunabileceği İmkânlar Üzerine: Maddî Birliğin/Vahdetin Mânevî Dinamiklerine Dâir

‘Sebepsiz kimseyi incitme hiç it Müntakimden havf Refik ol rıfk u lütf eyle kamu insâna kayvâna’1  Tasavvuf, gönül dünyâmızı Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde ihyâ ve inşâ etmek gâyesiyle (insan-ı kâmil yetiştirebilmek için)2 orijinine insanı alan yapısıyla yüzyıllardır hizmet veren bir disiplindir.3 Tasavvufun ana gâyesi nefs, şeytan, dünyâ ve şeytanlaşmış insanların hile ve tuzaklarından bireyi kurtararak insanın gerçek anlamda hürriyetine kavuşmasını sağlamaktır.4 Bu gâyeye ulaşabilmek için sûfîler, bireyin fiziksel ve ruhsal yapısını göz önünde bulundurarak halvet, zikir, tefekkür, ibâdet yoğunluğu, sadaka, temizlik ve râbıta gibi birçok sistem/yöntem geliştirmişlerdir.5 Onların bütün gayreti, Allah Teâlâ’nın mükerrem ve muhterem yarattığı ve muhatap kabûl ederek sorumluluk yüklediği insanı ‘elest bezmi’ndeki saf/samîmî ve bilinç düzeyi yüksek kulluk şuuruna tekrar ulaştırabilmektir. Sûfîler, Allah Teâlâ’nın tecellîlerine en üst seviyede muhatap olan insanı bu sebeple yaratılmışların en üstünü yâni ‘eşref-i mahlûkat’ olarak kabûl etmiş ve bunun bir göstergesi olarak Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şeyin Hz. Peygamber’in (sav) nûru olduğunu ifâde ederek bütün yaratılış serüveninin bir insana/insan-ı kâmile tecellî ile başladığını belirterek insanın bu işleyiş/hiyerarşi içerisindeki değerine vurgu yapmışlardır.6 Gönül erleri, başkalarıyla kavga etmek veya ötekiyle meşgûl olmak yerine en büyük düşmanları olarak gördükleri nefisleriyle mücâdele için gayret göstermişlerdir. Onlar, nefislerini ıslah edebilme gayreti dolayısıyla dışlayıcı, ötekileştirici veya kavgacı bir tavır içerisine girmemek için tedbirler almışlardır. Çünkü onlara göre dışlamak, ötekileştirmek/kutuplaştırmak veya diğeriyle kavga etmek nefsin tuzaklarındandır ve Allah Teâlâ’ya kulluk hedefine kilitlenen birey bu tuzaklara düşmemelidir.7 Sûfîlerin nefsin bu tuzaklarına düşmemek için, alabildiğine bireyselleşmenin özendirildiği günümüz perspektifinin aksine toplumsallaşmayı tercih ettiklerini ifâde edebiliriz. Onlar başkalarıyla değil kendileriyle/nefisleriyle mücâdele etmeyi önemsemişlerdir. Nefs başta olmak üzere şeytan, dünyâ ve şeytanlaşmış insanların her an saldırılarına açık olan insanın ‘murâkabe’ hâliyle sürekli kendisini/nefsini kontrol etmesini tavsiye eden sûfîler, bu yöntemleriyle başkalarını incitmek veya onlara zarar vermek şöyle dursun ömürlerini diğer insanları ihyâ ve inşâ etme gayretiyle geçiren kimseler olmak için çaba gösterdiklerini gözler önüne sermişlerdir.8 Yine sûfîlerin, vahdet yâni varlığın birliği düşüncesinde de insana saygı ve insanı değerli görme anlayışlarına şâhit olmaktayız. Bu düşünce sistemine göre, Allah Teâlâ’dan başka bütün yaratılmışlar gölge varlıklar hükmündedir. Gerçek anlamda var olan sâdece Allah Teâlâ’dır. Sûfîler vahdet düşüncelerini birleşmek, birarada olmak, birlikte kulluk mücâdelesine girişmek ve el birliğiyle en üst seviyede varlığın farkına varabilmek gibi yöntemler üzerine binâ etmişlerdir. Onlara göre her insan ilâhî tecellîlere mazhâr olabileceği için bizâtihi değerlidir. Allah Teâlâ’nın insana verdiği bu değerden dolayı da inançlı-inançsız, fakir-zengin veya küçük-büyük hiçbir insan ötekileştirilemez ve Allah Teâlâ’nın muhterem kıldığı insana hiçbir şekilde zarar verilemez.9  Tasavvufta Birarada Yaşamaya Dâir Geliştirilen Argümanlardan: Yaratılanı Yaratandan Ötürü Sevebilme Olgunluğu Yûnus Emre’nin dilinden bütün insanlığa kılavuz/rehber olarak terennüm ettiğimiz bu söz, sâdece müslümanları değil inansın inanmasın bütün insanları etkisinde bırakan ve birarada yaşama sanatının değerini/önemini ifâde eden zirve tesbitlerden bir tânesidir. Bu söz kin, nefret, ayrıştırma, ötekileştirme ve farklı din mensuplarına tahammül gösterememe gibi sebebi ne olursa olsun diğerine zarar vermenin veya onu hakir görmenin kişiye ne denli büyük bir vebâl/sorumluluk yüklediğini ifâde etmektedir.10 Yûnus’un altını çizdiği bu hoşgörü ve tahammül fotoğrafının bir benzerini Hz. Mevlânâ’da da görmekteyiz. Ona atfedilen ‘Gel, gel, ne olursan yine gel! İster Yahudi, ister Hristiyan, ister Mecusi ol yine gel! Tevbeni bin defa da bozmuş olsan yine gel!’ ifâdesi sûfîlerin hak ve hakîkate/tevhîde/kulluğa dâvet ederken dahi ötekileştirmemeyi, insanları hor ve hakir görmemeyi ve onlara kötü muamelede bulunmamayı temsil eden görüşlerini dile getiren en net ifâdelerden/sloganlardan bir tânesidir.11 Günümüzde kavgaların, çekişmelerin ve ayrışmaların temel sebeplerine baktığımızda birçoğunun dünyevî beklentiler/hesaplar ve dînî kökenli (mezhep, meşrep, cemaat, tarîkat farklılıkları gibi) gerekçeler olduğunu müşâhede ederiz. Günümüz açısından gönül eğitimini hedefleyen ve nefsin tasallutlarından arındırarak insan-ı kâmil/olgun mümin olabilme yolunda birey yetiştirmeyi hedefleyen tasavvufî sistemin bu hassâsiyetleri ihtiyaç duyduğumuz bir hakîkat olarak karşımızda durmaktadır. Dövene Elsiz Sövene Dilsiz Gerek Yine Âşık Yûnus’un yolunu tanımlarken kullandığı ‘Dövene elsiz sövene dilsiz gerek’ cümlesi birarada yaşama veya başkalarına tahammül edebilme sürecindeki yol gösterici tesbitlerdendir. Bu cümle, Âşık Yûnus özelinde sûfîlerin/gönül ehlinin, diğerine/başkasına ne gözle bakıldığını/bakılması gerektiğini ve olgun mümin olabilme gayretlerinin hangi temel üzerine inşâ edildiğini gözler önüne seren bir ifâde/tesbit/slogan mâhiyetindedir. Bu anlayışa göre kâmil mümin olabilmek, başkalarına tahammül etmeye bağlı bir süreci ifâde etmektedir. Sûfîler bu durumu rızâ makâmının bireye kazandırdığı bir haslet olarak görmektedirler. Onlara göre, başa gelen her şey Allah Teâlâ’dan olduğu için yâni sebeplerin sebebi olan Yüce Yaratıcı her şeyin takdir edicisi olduğu için başa gelen olayların/hâdiselerin ‘kimin eliyle?’ veya ‘nasıl olduğu?’nun bir önemi bulunmamaktadır. Netîcede bireyin başına kahır ya da lütuf içeren haller/olaylar gelmektedir ki hangi sûretle olursa olsun yaşanan tecrübelerin takdirini yapan Allah Teâlâ’dır.12 İbrahim Tennûrî bu husûsu; ‘Hoştur bana Sen’den gelen/ Ya hil’at ü yahut kefen Ya tâze gül yahut diken/Kahrın da hoş lütfun da hoş’ dizelerinde ifâde etmeye çalışmıştır. Sûfîler, kendileri için değil başkaları için yaşamayı yâni ‘îsar’ duygusunu hayatlarına hâkim kılmayı da hedef olarak belirleyen kimselerdir. Onlar, ‘fenâ/yok olma’ yâni nefis, şeytan, dünyâ ve şeytanlaşmış insanlar gibi ilâhî rızâya uymayan isteklerde bulunan engelleri aşarak rûhun emrinde bir ömür sürebilmenin endişesini duymuşlardır. Onlar daha yolun başında aynı yolu paylaştıkları kardeşlerinde, üstadlarında, Hz. Peygamber’de (sav) ve nihâyet Allah Teâlâ’nın şahsında yok olmayı/fenâyı hedefleyerek bencillik değil toplumsal huzur peşinde koştuklarını ve ideal hedef olarak gönül kırmamayı/incitmemeyi belirlediklerini gözler önüne sermeye çalışmışlardır. Denilebilir ki sûfîler, Hakk’a vuslatta halkın sıkıntılarına katlanma ve halkla içiçe olma, onların da hoşnutluğunu elde etme düşüncesiyle ideal hedeflerine ulaşabilmek için gayret göstermişlerdir.13 Bu nokta gönül ehlinin; ‘Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil14 dizelerinde ifâdesini bulmuştur. Yine sûfîlerin, sanıldığının aksine toplumdan soyutlanmadan insanlarla içiçe yaşayıp, Allah Teâlâ’nın rızâsını ancak hassas dengeler üzerine kurulmuş bu anlayışla kazanabilecekleri şeklinde davrandıklarına şâhit oluruz. Onlar, halktan kaçmayı değil halkın hizmetinde Hakk’ın rızâsını elde etmeyi hedeflemişlerdir. Şems-i Sivasî’nin şu tespitleri bu noktada çok çarpıcıdır: ‘Bir garip sevdâya düşmüş tutuşur Şemsî müdâm, Hakk’a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan15 Netîce olarak ifâde etmemiz gerekirse sûfîler sistemlerini/tasavvufu, insanı inşâ ve ihyâ etme hedefine ulaşmak gâyesiyle tesis etmişlerdir. Onlar, Kur’ân ve Sünnet’in inşâ ve ihyâ hedeflerine ulaşabilmek için olabildiğince nezâket ve zarâfet kurallarına riâyet etmeyi prensip olarak belirlemişlerdir. Kendi içlerinde olduğu kadar toplumun farklı kesimlerine de samîmî, fedâkârâne ve îsar duygusuyla/düşüncesiyle davranmayı şiâr edinen gönül ehlinin bu anlayışlarının günümüz insanı için her geçen gün değerini artıran bir hareket metodu olduğunu ifâde edebiliriz. Çünkü günümüzde insanı değerlendirme ölçüleri maalesef maddî birikim, makam, menfaat ve beklentiler gibi tamâmı maddî olan kaygılar/endişeler/beklentiler üzerine binâ edilmiş durumdadır. Bu anlayışla insanların/toplumların mutlu ol(a)madıkları da ortadadır. Gönle hitâb eden, gönül kırmamayı ilke edinen, insanı bizâtihi insan olduğu için değerli gören, başkalarıyla değil nefsiyle uğraşarak kendisini adam (kâmil mümin) edebilme gayretinde olan, îsar duygusunu Hz. Peygamber (sav) ve sahabe-i kiram örnekliğinde/kıvâmında yaşama hedefi olan ve halka hizmeti Hakk’a hizmet olarak değerlendiren tasavvufî sistemin inceliklerine değer vermek durumundayız. Bunu yaparken; dejenere olmuş, hassâsiyetlerini yitirmiş ve bencillik girdabında kıvranarak sûfî olduğunu iddia edenleri değil tasavvufun rûhunu kavrayarak sûfî olmanın gereğince yaşam sürdüren örnek bireyleri arayıp bulma zorunluluğumuzun olduğu da unutulmamalıdır. Dipnotlar: [1] Ahmed Kuddûsî, Dîvân, s. 129. 2 Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi-İnsan-ı Kâmil-, ter.: Mehmet Kanar, İstanbul 1990, s. 47-51; 2 H. Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İstanbul 2007, Ensar Neşriyat, s.345; Mehmet S. Aydın, ‘İnsân-ı Kâmil’ İA, c.XXII, s.330. 3 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatler, İstanbul 1990, s. 55; Şakir Gözütok, Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi, İstanbul 1996, s. 11; Ahmet Emin Seyhan, ‘Ebu’l-Hasan Harakânî’nin Nefis Tezkiyesine Yaklaşımı’, Harakânî Dergisi, Sayı: I, 2014, s.10-18. 4 Seyyid Hüseyin Nasr, Tasavvufi Makaleler, çev: Sadık Kılıç, İstanbul 2002, s.35; İsa Çelik, ‘Tasavvufî Düşüncede Havatır’, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, II (2002), Sayı: I, s.170. 5 Vahit Göktaş, ‘Tasavvufi Terbiyenin Günümüz Din Eğitim-Öğretimine Sunabileceği İmkânlar’, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:2(2011), s.145-147. 6 Mehmet Demirci, ‘Hakîkat-i Muhammediyye’ DİA, c.XV, İstanbul 1997, s.179-180. 7 Musa Kaval, ‘Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Nefis Kavramı’, Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (2011) 4/2, s.149-163. 8 Gazâlî, İhyâ, c.III, s.52. 9 William Chittick, Varolmanın Boyutları, çev.: Turan Koç, İstanbul 1997, s. 30-31. 10 Ömer Yılmaz, ‘Zaman ve Mekânı Aşan Söylemleriyle Yunus Emre’de İnsan Anlayışı’, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Kasım 2013, 14 (Özel Sayı), s.159-160. 11 Yakup Şafak, ‘Mevlânâ’ya Atfedilen ‘Yine Gel…’ Rubâîsine Dair’, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 24 [2009/2], s.75-80. 12 Şihâbüddîn es-Sühreverdî, Avârifü’l-maârif, tah.: .Abdülhalim Mahmud-Mahmud bin Şerîf, Kahire 1971, s. 54. 13 Annemarie Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, çev.: Ergun Kocabıyık, İstanbul 1999, s. 110; Ali Tenik, Ahmed Kuddusi ve Tasavvuf Düşüncesi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2007, s.140. 14 Yunus Emre, Yunus Emre Dîvânı, haz.: Mustafa Tatçı, MEB Yayınları, İstanbul 1997, c. II, s. 148. 15 Ahmet Hakkı Turabi, Sivâsî İlâhiler, Asitan Yayıncılık, Sivas 2010, s. 94. Fatih Çınar 

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak