Ara

Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm’ın Nûru -2

Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm’ın Nûru -2

Din ilmi bir nurdur. İlâhî vahiylerdeki bütün hikmeti kapsayan en yüce düşünce sistemidir; ne mâlûmât, ne felsefe, ne de kuru bilgidir. Kalbin nûru, gözün sâyesinde gördüğü nurdur; vahyin nûrudur, ilâhî hidâyetin nûrudur, îman nûrudur!

Tevhîd-i ilâhîye îmân edenler “Nûr üstüne Nûr” dîninin sâlikleridir. Allâh’ın ilâhî nûru mü’minin rûhunun saf nûruyla bir olur. Kendi Hakîkatini görüp sezebilmek için bize yine kendi nûrunu lütfeder Allah.

 Mevlânâ Celâleddîn'in hikmet dolu ulvî sözleri:

“Oğul, cana gıdâ akıl nûrudur. İnsana nurdan başka bir yiyecek yoktur... O candan başka bir şeyle beslenip yetişmez insan. Bir kerecik nûr yemeğini yedin mi ekmeğin başına da toprak saçarsın tandırın başına da.”

“Gözlerindeki karanlık yüzünden hiçin bir şey olduğunu hayâl ediyorsun. Gözlerin Pâdişâh’ın eşiğinin tozuyla nurlanıp şifâya kavuşabilir.” 

Güneşe çıplak gözle bakacak tâkatimiz yoktur, fakat dolunayın ihtişâmını ve yıldızların sayısız güzelliğini tam anlamıyla algılayabiliriz. Üstelik parlaklıklarıyla hayâtımızı aydınlatan binlerce mum var etrâfımızda. Bunlar evliyâlar, şehitler, sıddîklar, âşıklar ve Allâh’ın dostlarıdır. Habîb-i Edîb-i Kibriyâsı olan Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, kâinâtın nûru, “sirâcen münîra” “nûr saçan kandil” (Ahzab, 46.) ile Allah Teālâ insanlığa gönderdiği ilâhî nûrunu tamamladı ve ümmetinin fertlerinin kalplerini hidâyet nûru üzerinde birleştirdi. Ve O’nunla insanlık târihinin en muhteşem medeniyeti gerçekleşti. Bu mûcizevî toplumun kuruluşu, aydınlanmış nurlu şehir anlamına gelen Medîne-i Münevvere şehrinde mümkün oldu. 

Ancak ve ancak O’nun rızāsı için ibâdet edenler cennete girecekler ve sınırsız Ru’yet-i Cemâline mazhar olacaklardır. Allah Teālâ, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “O gün parlak yüzler vardır; Rabb’lerine bakan.” (El Kıyâme, 22-23.)

Hasan Basrî’ye; “Gece namaz kılanların yüzleri niçin güzel olur?” diye sorduklarında: “Çünkü onlar Rahmân ile baş başa kalmışlar ve Rahmân onlara kendi nurlarından nûr vermiştir” buyurmuştur. 

Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân şöyle buyurmakta: “Yemîn olsun ki Biz Mûsâ'ya o kitabı, ilk nesilleri helâk ettikten sonra, insanların vicdanlarını aydınlatacak görüşler ve bir hidâyet ve rahmet olmak üzere verdik; belki düşünür, ibret alırlar.” (Kasas, 43.)

Hazret-i Ali (kv): “Kalbini öğütle yaşat ve hikmetle aydınlat!” “Hikmet, ilham ile vesveseyi birbirinden ayıran bir nurdur. Bu nûr kalbde tefekkür ve ibretten meydana gelir.”

Mevlîd; karanlığın aydınlanmasıdır. Nûr’un doğuşudur, muhabbettir! 

Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Allah Teālâ’ya en yakın olan Peygamber Muhammed Mustafâ aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm. Bu yüzden de yaratılmışların içinde en güzel Zât-ı Pâk’idir, çünkü ilâhî nûra ve nazara en çok Zât-ı Ahmediyye’leri mazhar olmuşlardır. Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Alnımızdaki o apaçık, o parlak nûr, âşığın gönlündeki o gerçek nûr, bütün bu nûr içindeki nice nurlar, Allâh’ın elçisi Muhammed’in nûrundandır.” 

En yüce makāma Sevgili Peygamberimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm sâhiptir. Çünkü O, nûrun kaynağıdır. Bu sebeple bütün mevcûdat O’nunla başlamış ve O’nunla tamamlanmıştır. Yüz yirmi dört bin peygamberin hem atası hem de hâtemidir. Cümle ruhlar onun Cemâline müştaktır. Onun güzelliğinden, nûrundan bir damla içsek bütün hayâtımız değişecektir. 

Allah Teālâ, Kendi güzelliğini görmek için Nûr-u Muhammedî’yi kendi nûrundan yarattı. Nûrun kaynağını Hakîkat-ı Muhammedî temsîl eder. Bu nûr bütün yaratılmışlığın özüdür. Bu asil nûr – Resûlullah Efendimiz’in münevver Hakîkatinin sınırsız saflığı – Hakk’ın Cemâl ve ihtişâmını aksettirir. Bu sebeple, nûrun kaynağı bütün güzelliğinin merkez noktası ve mayasıdır.

Bu kâinat ve ötesinde Nûr-i Muhammedî’nin güzelliğinden daha kutsal hiçbir şey yoktur. “İlk nûrun, nûrun kaynağının gölgesi yoktur. Biz, bu nurla Allâh’ın hakîkatini görür ve anlarız” buyurur Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri.

Nûr-i Muhammedî’nin güzelliğiyle hiçbir güzellik mukāyese edilemez, çünkü Allâh’a Nûr-ı Muhammedî’den daha yakın hiçbir şey yoktur.

Allah, kendi cemâlini görmek üzere var ettiği ilk nûr olan Hz. Muhammed’in nûruna karşı ilâhî bir hayranlıkla tecellî etmiştir. Eğer Zât-ı Zü’l-celâl’in Muhammed aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a karşı duyduğu hayranlık olmasaydı, feyz-i ilâhînin kâinâta tecellî etmesi mümkün olmazdı.

Peygamberimiz’in nûru, bütün mevcûdat, O’nun kudsî bedeni ile ilişkilidir. Muzaffer Ozak el-Cerrahî, mevcûdâtın Hz. Peygamber’in nûrundan yaratılmasının hârika aşamalarını şöyle tanımlamaktır: “Rabbimiz, Nûrundan yarattığı kudsî mahlûkunda tezāhür ettiğinde, bir ar hissi ile kudsî bedeninin her bir parçasından ter damlaları döküldü. Bu damlalar bütün mahlûkatın var olduğu embriyolar hâline dönüştü. Alnındaki terden melekler yaratıldı; yüzünün terinden Taç ve Kürsü, Levh-i Mahfuz ve Kalem, güneş, ay ve yıldızlar; sînesinin terinden Peygamberler, Resûller, şehitler, mücâhitler, velîler ve fazîletli insanlar yaratıldı. Ruhlar Hz. Peygamber’in nûruna nazar ettiğinde; başına bakanlar kral, hükümdâr oldular. Burnuna bakanlar hekim oldular. Dudaklarına bakanlar hoca, boğazına bakanlar vâiz oldular. Boynuna bakanlar tüccar. Sol parmaklarına bakanlar sanatkâr, sağ koluna bakanlar cerrah. Karnına bakanlar hâfız. Gözlerine bakanlar okuyucu oldular!” 

Kur’ân-ı Kerîm, baştan sona nurdur. Hakîkat kalemine yazdıran Allâh’ın nûrudur. Allâh’ın hidâyet nûru, vahy-i ilâhîden fevc fevc yayılmaktadır. Kur’ân, yaratılışın özüne, kaynağına ışık tutmaktadır. O, Allâh’ın yaratışının ardındaki gizemleri, hikmetleri ifşâ eden bir nurdur. Hakk Teālâ; “Doğrusu size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir.” buyurmaktadır. (Mâide, 15.)

Kur’ân; aşkın kemâline, mi’râca ve kurbiyet cennetine çağıran bir münâdîdir. Gafletin karşısındaki mânevî uyanmadır. Kur’ân körcesine emir tatbîki yerine, bir diriliştir.

Kur’ân’ın hakîkatini yaşayabilir hâle geldiğimizde, Kur’ân ile varlığımızı aydınlatabiliyor olacağız. O zaman Kur’ân’ı analiz etmek yerine onu kendi özümüzle besliyor, ona hizmet ediyor olacağız. O zaman kalp penceremizi açacak ve âyetleri varlığımızın nûru ile okuyacağız. O zaman tıpkı Mehdî gibi Fâtiha-i şerîfe hizmetçisi olacağız. O zaman Kur’ân nefislerimizi aydınlatacak.

İnsan fazîletinin nûru, Âlemlerin Rabbi’nin ilâhî sıfat ve isimlerindendir. İnsan, Allâh’ın esmâ-i ilâhîsinin anlamlarının iklîmine ne kadar girerse, ilâhî güzellik kendisini o derecede gösterecektir. Sabır, şükür, ihlâs, sıdk, tevâzu, merhamet, aşk gibi yüksek ahlâkî değerler Allah’la aramızdaki ilişkiyi nurlandıracaktır. Güzel esmâları her insanın beden makyajının altında gizlidir. Güzel sıfatı perdeleyen şeyler; hırs, kıskançlık, açgözlülük, kibir, tembellik ve şehvettir. 

Mü’minler her zaman Allâh’ın nûruna muhâtaptırlar. Akıl-mantık bu işin içinden çıkamaz. Hazret-i Mevlânâ, kelâm-ı mübârekleri ile: “Ahmakça mantığını Hakk’ın nûru karşısında ilk ortaya atan İblis idi. Dedi ki: Şüphesiz ki ateş topraktan daha hayırlıdır. Ben de ateşim. Âdem ise kara renkli çamurdan.” (Araf, 12.) buyurmaktadır. 

İnsan bu dünyâ hayâtında kendisini nâr ile nûr ve şeytan ile melek arasında bulur. Yine Hz. Mevlânâ eşsiz hikmetleriyle şöyle demiştir:

“Bütün bunlardan sonra (şunu da bil ki) bu ateş, şehvet ateşidir, günâhın, suçun aslı ondadır. Dış âlemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyâmete kadar sürüp gider. Şehvet ateşi, su ile sâkin olmaz. Çünkü azap ve elem bakımından cehennem tabiatlıdır. Şehvet ateşine ne çâre var? Din nûru. Mü’minler; nûrunuz kâfirlerin ateşini söndürdü. Bu ateşi ne söndürür? Allâh’ın nûru. Bu hususta İbrâhîm’in nûrunu kendine usta yap!”

Bizler Muhammedîler olarak, Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp bâtılı yok edecek olan İslâm nûrunun vârisleriyiz. İnsâniyetinin kemâline ermiş bir kimsenin karşısında durmak, ondaki ilâhî nurlara muhâtap olmak demektir. Allah Teālâ’nın nûrundan hâlâ bîhaberiz. Müslümanlar için asıl tehlike bizdeki Hakk’ın ortaya çıkmasına ve İslâm’ın nûrunun parlamasına engel olan şeylerdir. Çoğu mü’min karanlığı tercîh ediyor ve dolayısıyla nurdan korkar hâle geliyor. Allâh’ın bize nasîp ettiği bu İslâm nûrunun kıymetini bilmememiz ve gerektiği gibi sâhip çıkmamamız, bizim en büyük gafletimizdir. Hazreti Mevlânâ bu hususta: “Seçilmişin gözünde aşk, muazzam bir ebedî nurdur. Hâlbuki sıradan insan onu yalnızca biçim ve şehvet olarak görür.” “Bu adam yemek yiyor da pislik oluyor. Beriki de yiyor, ama onun yedikleri tamâmen Allah nûruna dönüşüyor.” “Âdem’i bir beden olarak gören kaçtı da onu mûtî bir nûr olarak gören secde etti.”

İlâhî nurdan yoksun olup kendi karanlık şuurları tarafından perdelenmiş olanlar hakkında Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Bu sözlerin kemâline sınır yoktur, ama mahrum ruhların gözünde birer fantezi gibidirler. Felsefeci, şeytānın varlığını inkâr ediyor; halbuki şeytan onu her dem ayrı oynatıyor. Şeytānı görmedin mi? O zaman dön de kendine bak! Eğer şeytan tabiatlı değilsen neden yüzün bu kadar kara!” 

Ancak basîretle bakan bir göz O’nun Cemâl-i Ebedîsini müşâhede edebilir. Bu göz îmânın münevver gücüyle ihlâs aynasına bakar. Berrak parlaklığında Allâh’ın ilâhî sırlarını görür. Zayıf ve bozuk bir firâsetle bakan göz, sâdece bu geçici dünyânın alıntı ve ikinci el olan, dolayısıyla da giderek eksilen ve kısa ömürlü olan zâhirî güzelliklerini görebilir. Fiziksel boyutta zâhir olan güzellik, Erhamü’r-Râhimîn olan Rabbimizin Cemâl-i ebedîsinin nûrunu örten perdedir.

Bizler nurdan mahlûklarız çünkü asîl Nûr-u Muhammedî’den yaratıldık. İnsanın en büyük cehâleti kendisini görememesidir. Hazret-i Mevlânâ bu hususta: “Ah keşke kendi güzelliğini görebilseydin! Sen güneşten de büyüksün! Bu kir pas hapishânesinde neden kurudun ve büzüldün? Neden kalbin pınarlarından akan zarâfet ve nezâketle tâzelenmeyesin? Neden bir gül gibi gülmeyesin? Neden açılıp kokunu etrâfa vermeyesin?” demiştir.

İnsanın cehâleti en büyük perdedir. İçimizdeki hazîneyi görmezden gelmek, ebedî güzelliği görmekten mahrûm olmaktır ki bu da mânevî körlüğe denktir, gafletine, cehâletine denktir. Eğer insan kendisini nefsâniyetten kurtaracak olan mânevî kemâl yolunda seyahat etmezse bütün benliği hayvânî huylar tarafından istilâ edilecektir. Böyle bir mü’min ihsânın nûruyla aydınlanmazsa câzibesini ve zarâfetini kaybedecektir. Hz. Mevlânâ bu konuda da şöyle buyuruyor: “Her insandaki mevcut güzellik aslî kaynağına döner; o nurdan yoksun beden ise hakîkat âlemindeki itibârını yitirir, çürür ve çirkinleşir.” 

Ancak Allâh’ın Nûru ile hakîkî beden, kalb, ruh ve akıl sıhhat bulabilir. Ancak Allâh’ın nûru ile şer güçleri, belâları def edebiliriz. Ancak Allâh’ın nûru ile münâfıklık, suistimal, sihir ve sahteliği yok edebiliriz.

“Allâhım gözlerimizi nûr eyle, hakîkati görmek için. Allâhım kulaklarımızı nûr eyle, hakîkati duyabilmek için. Allâhım ağzımızı nûr eyle, hakîkat konuşabilmek için. Allâhım şuurumuzu nûr eyle, tefekkür edebilmek için. Allâhım varlığımızı nûr eyle, ubûdiyet makāmına erişebilmek için. Allâhım kalbimizi nûr eyle, Senin bize misâfirliğine hazır hâle getirebilmek için!”

Kasım 2025, sayfa no: 24-25-26-27

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak