Milletler, inandıkları din, yaşadıkları coğrafya ve karşılaştıkları târihî hâdiseler gibi pek çok müessir faktörün etkisiyle bir takım menfî-müsbet vasıfları hâiz olurlar. Bu özellikler, onların karakterini şekillendirir. Tabiatıyla her milletin bir mizâcı vardır ve târih sahnesinde ona göre tanınırlar. Türk milleti de, binlerce yıllık târihî birikimi ve yüzlerce kuşağın hayat tecrübesiyle, kendine mahsus bir şahsiyet kazanmıştır.
Aziz Türk milleti, gerek Gök Tanrı çağında, gerekse İslâmiyet’ten sonra, ilâhî çağrılara eşsiz saygı ve ihtimam göstermiştir. Çünkü fıtratını mâneviyâta hürmet duyan bir mevkiye yerleştirmiştir. Yaratılış gerçeğini ferdî ve ictimâî olarak özümsemiş, insanlık dâvâsının dâimâ riyâsetinde yer almıştır. Düşüncesinde yâhut eyleminde, dengenin ahlâkını kendine mîzân eylemiştir. Bu mukaddes duruş vesîlesiyle asırlarca temerküz eden bir Türk irfânı vücûda gelmiştir. Böylesine kıymetli hazînenin en mühim rükünlerinden biri de temizlik ve helâl hassâsiyeti olmuştur.
Ülkemizde ne zaman medeniyete veya uygarlıklara dâir bir bahis açılsa, ekseriyetle somut eserler üzerinden hareket edilmektedir. Böyle olunca işin mânevî tarafı gözden kaçmaktadır. Hâlbuki medeniyetin fizikî ve mânevî şûbeleri terâzinin iki kefesi gibidir. Bununla birlikte meşhur eserlerin kıymet numûneleri, mâneviyâtın remizlerinden beslenmiştir. O halde, medeniyet ve uygarlıklar bir bütünlük içerisinde ele alınmalıdır. İslâm medeniyetinin tahlîli ve tasavvuru yapılırken de ona bütünlük ve âhenk katan Türk irfânını bilmek elzemdir, aksi takdirde kusurlu bir değerlendirme yapılır.
Dünyâ genelinde uygarlıkların maddî görüntüsü mânevî çehresine göre daha ön plandadır. İslâm medeniyetinin ise fizikî ve mânevî müktesebâtı dengeli bir şekilde arz-ı endâm eder. Bunun en önemli sebebi, Müslümanların iki yönlü âleme inanmalarıdır. İnancın karakter üzerindeki tesiri tartışılmazdır, bu sebeple milletlerin davranışları inançlarının tesiriyle mâkûl hâle gelebilir yâhut aşırılık gösterebilir. Hrıstiyanların, Yahudilerin, Budistlerin hesapsızca ve gaddarâne aksülamel sergilemeleri inançlarının aşırılığı ve taşkınlığı körüklemesi sebebiyledir. Çünkü bozuk itikat hem bireyin hem de toplumun şahsiyetini zedeler. Türk karakterinde ise bunun tam aksini müşâhede etmekteyiz. Ötüken’in rûhunu Medîne aşkıyla birleştiren Türk dehâsı, târihe emsâlsiz ve mâkûl bir iklim hediye etmiştir. Bu iklîmin meyveleri ise temiz ve helâl tomurcuklarında açmıştır.
İslâm’ın temizlik ve helâllik anlayışı Türk milletinin ağır töresiyle birleştiği zaman, bu iki kavram temel bir ilke ve hakîkî bir hayat tarzı hâline gelmiştir. Temizlik, yalnızca zâhirî bir husûsiyet olmaktan çıkmış, insanın fikrini, vicdânını, aklını ve kalbini kuşatan mükemmeliyet anlayışına dönüşmüştür. Her işin, her davranışın, her kelâmın temiz, pâk, mübârek, muallâ ve mukaddes bir sûrette şekillenmesi zarûrî kabûl edilmiştir. “Temizlik îmânın yarısıdır” hükmü, Türk’ün mefkûresine doğrudan sirâyet etmiştir. Binâenaleyh Türkler millet olarak hem beden hem ruh temizliğini millî vazîfeden saymıştır.
Türk-İslâm medeniyeti, temiz zihinlerin ve helâl muhitlerin mihverinde yer alır. Zîrâ temizlik, hem zâhirî hem bâtınî bir olgudur. O, gönülde, düşüncede, eylemde her bakımdan bir arınmayı ifâde eder. Helâllik de bu anlayışın mütemmim cüzüdür. Ecdâdımızın hikmet deryâsı, helâli sâdece gıdâlar ile sınırlamamış; bütün eylemlere, düşüncelere ve duygulara müncer kılmıştır. Bu, Türk milletinin, ilk devirden bu yana her nevi pislikten, her türlü çirkinlikten, zulümden, haksızlıktan ve gayri meşrûluktan uzak durması, helâli temel felsefe kabûl etmesinden ileri gelmektedir. Bu itibarla, helâl olan her şeyin peşinden gitmiş, kirli ve fıtrata aykırı olan sözlerin ve fiillerin ise karşısında durmuştur. Çünkü helâlin cepheleri, milletimizin özüne ve ömrüne muvâfık olan her şeyi kapsamaktadır.
Türk-İslâm medeniyetinin kalbinde yatan dokuz ulvî sır vardır. Bunlardan biri de temizlik ve helâllik başlığıdır. Buradan mülhem Türklerin suya verdiği ehemmiyet temizliğe, toprağa verdiği önem ise helâlliğe tekābül eder. İrfan havzamızın temizlik anlayışı, hem maddî hem de mânevî dünyâda bir sâfiyet arayışıdır. Çünkü helâl ve temiz olan her şeye gösterilen ihtimam, nesillerin rûhunu, vicdânını ve ahlâkını beslemiştir; kirli ve fıtrata aykırı olan şeyler ise toplumun huzûrunu bozmuş ve düzenini altüst etmiştir. Bu hakîkatler tecrübeyle sâbittir.
Bir karar âdil değilse temiz değildir, bir söz doğru değilse helâl değildir. Türklerin târihte ve dahî günümüzde haksızlığa ve hukuksuzluğa net bir şekilde karşı çıkmalarının temel sebebi budur. Tabiatıyla hakkın kölesi ve zulmün düşmanı olmamız, bu teşhisimize hamledilmelidir.
İslâm-Türk medeniyeti, bāzan dünyevî zaferlerle, bāzan da mânevî fetihlerle yücelmiştir. Bu yücelik, helâlin ve temizliğin göğsünde kemâlini bulmuş bir ülküdür. Ülkümüz için temizlik ve helâllik, gāyelerin yalnızca sûretine değil, sîretine de nüfûz eden bir keyfiyettir. Bu sebeple kudemâmızın “eline, diline, beline sâhip çık” tavsiyesi, sâdece yasaklar açısından değerlendirilmemelidir. Burada nezâketin, edebin, hukûkun ve ahlâkın muhâfazası da murâd edilmiştir.
İlim beşeriyetin ortak malıdır, az çok her millet insanlığın bilgi ambarına bir şeyler eklemiştir. Fakat bilgiyi her kültür farklı yorumlar ve yoğurur. Mesela mîmârî hesaplar her yerde aynıdır, lâkin kiminin elinde Sultan Ahmet Câmii, kimin elinde Notre Dame Katedrali olur. Eser, sanat ve îcat konularında diğer uygarlıklar medeniyetimizle yarışabilir, fakat hiçbir uygarlık, İslâm-Türk medeniyetinin mânevî ve insânî hazînesiyle boy ölçüşemez. Çünkü İslâm, bu değerleri özüne ustaca işlemiştir. İşte mefkûremizin hakîkî büyüklüğü ve mukāyese edilemez gerçekliği burada temâyüz eder.
Dünyânın ahvâl-i şerâitine nazar ettiğimizde perîşan manzaralar görüyoruz. Husûsen mîlâdî 19. asırdan bugüne kadar İslâm dünyâsının idrak çöküşü, şuur kaybı, irfan buhrânı, tefekkür sığlaşması, basîret körelmesi, ekonomi inhitâtı, hukuk sefâleti, toplum infilâkı, nizam zâfiyeti herkesçe mâlûmdur. Bununla birlikte bâtıl tarafında ise, ilmî ve iktisâdî bir terakkî olmakla birlikte nâdanlık, kalp katılığı, ruh kuraklığı, tahakküm, gaspçılık, sömürgecilik, istismar, istîlâ ilâ âhir baş döndürücü bir hızla ilerlemiştir. Filhakîka insanlığa musallat olmuş bu manzaraların en kıymetli reçetesi, temiz ve helâl bir istikāmettir. Bu istikāmet, Türk bilgeliğinin en kıymetli icraatlarından biridir.
Dünyâ yeniden millî kültür birikimimizin temiz nefesine ve helâl hayâtına muhtaçtır. Fakat evvelâ kendimiz buna muhtâcız. Dünyâyı ıslâh edecek seçenekler arz ederken kendimizi unutamayız. Öncelikle aslımıza rücû etmeliyiz. Mâzîden beslenmeden istikbâl ümîdimizi kuvvetlendiremeyiz. Bu sebeple ictimâî, idârî ve siyâsî her alanda ve her anda temiz irâdenin anahtarıyla akl-ı selîme, temiz hissiyâtın izleriyle kalb-i selîme, temiz icraatın ustalığıyla zevk-i selîme erişmeliyiz.
Bununla birlikte, yine her alanda ve her anda âfiyetin temelinde helâl dâiresinin olduğunu bilmek şarttır. Gerçek şu ki, âfiyet arayan helâl yaşamalıdır. Onu dâvâsı bilmeli ve derin bir kavrayışla anlamlandırmalıdır. Çünkü medenî insan helâl gıdâların tesiri ile beden zevkine, helâl düşüncelerin vesîlesiyle idrak zevkine, helâl eylemlerin mârifetiyle ahlâk zevkine râm olur.
Nizam ve irfan, temiz ve helâl bahçesinin çiçekleridir. Netîce-i meram, temiz düşünüp helâl beslenir, helâl davranır temiz kalırsak medeniyetimizin şevket çağları yeniden inkişâf edecektir.
Mart 2025, sayfa no: 34-35-36-37
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak