Ara

Müslümanlıkla Sağlanan Huzur, Sükûnet ve Vakar

Müslümanlıkla Sağlanan Huzur, Sükûnet ve Vakar

Gündelik hayâtın bitmek bilmeyen koşuşturmaları ve inişli çıkışlı hayat yolculuğunda huzur atmosferine kavuşmanın yolu; mücâdele rûhuna sâhip olup zorlukları göğüslemekten geçmektedir. Telâşa kapılmaktan ve strese düşmekten insan kendine zaman ayırabildiği, kuru kalabalıklardan kurtulup vahdet köşesine çekilebildiği, Rabbiyle baş başa kaldığı ve kendi sorunlarıyla yüzleşebildiği zaman iç dünyâsının aydınlanmasına ve gönül dünyâsının huzur bulmasına imkân sağlayacaktır. Mücâdele ve gayreti elden bırakmayan, kendine zaman ayırabilen insan üçüncü aşamada Rabbine tam teslîmiyet sağladığı zaman huzur ve sükûneti elde etmiş olacaktır. 

İyilik ve erdem yolunda elinden gelen gayreti gösteren, nefsini yakından tanıyıp nefsini kendi hâlinde bırakmayan ve Rabbine hakkıyla teslîm olmasını başaran insan devâm-ı huzur kıvâmına ermeye başlar. Devâm-ı huzur; kişinin Hak Teālâ ile berâber olması, her an Hakk’ın huzûrunda bulunduğunun şuuruyla hareket etmesi anlamına gelmektedir. Devâm-ı huzur hâlini yaşayanların kalbini Hakk’ın zikri kuşatmaya başlar. İşte o zaman kul, kalbinin derinliklerinde Allâh’ın huzûrunu elde etmeye başlar. İşte o zaman ne gam ne de keder kalır. Kaygılı ve telaşlı değil huzurlu ve kıvâma ermiş vaziyette olunur.

Sûfîler huzur hâlinin iki farklı kalitesine dikkatimizi çekmektedir. Bunlardan birincisi huzûr-ı Hak’tır. Kişinin kendinden geçerek Allâh’ın huzûrunda hazır bulunuşudur. Buna ilâhî huzur denir. İkincisi huzûr-ı kalbdir. Kişinin gönlünde ve iç âleminde Allâh’ın tecellîlerini temâşâ etmesi, dünyevî tutkulardan ilgisini kesmek sûretiyle kalbini diri tutmasıdır. Huzûr-ı kalb, kişinin kalbinde hazır olanı seyre dalması, çevresinden de kendinden de geçip yegâne sâhibi olan Hakk’ı bulması, Hak’tan hoşnut olmasıdır. Dış dünyâya da kendi fânî varlığına da bel bağlamamasıdır. 

Kalbin huzûrunu yakalamak da Hakk’ın huzûruna ermek de ancak zikrullâha devamla olur. İnsanı itminâna, huzûra, sükûnete ve kıvâma erdiren yegâne iksir zikirdir. 

Gayret, çaba, mücâdele, uzlet, teslîmiyet, huzur ve zikirle elde edilen sekîneti sûfîler kalbe atılan nur olarak nitelendirmektedirler. Kalbe yerleşen sekînet nûruyla kişinin kalbinden kin ve haset uçar gider. O zaman orada şefkat ve bilgelik yerleşmeye başlar. Kalbinden kîni, yalanı ve hasedi söküp atanlar o nisbette de şefkat ve bilgelikle donatılmaya başlar.

Sekîne dediğimiz sükûnet durumu çok özel bir kazanımdır. Hiç umulmadık bir ortam ve süreçte ansızın yaşadığımız bir haldir. Yaşanan sekîne hâlini, Merter’in yerinde tesbîtiyle tropik iklimlerde saatte 300 km’lere varan bir hızla dönen fırtınaların tam merkezinde hüküm süren ve rüzgârın “0” hızına düştüğü o sâkin merkeze benzetebiliriz. Şöyle ki: “Sanki fırtına bulutları birden dağılmış; etrâfımızda şimşekler çakar, gök gürülder ve ka­ranlık bulutlar dehşet verici bir ihtişamla çepeçevre dağlar gibi yükselirken, görünmez bir el gelmiş ve bizleri alıp o huzur, güven ve ümit telkîn eden merkeze götürmüştür. Bizlere kaygı ya da korku üretmekte olan rasyonel akıl susmuş ve gönül âlemine adım atmamıza izin verilmiştir. Anladığımız kadarıyla hayatta yaşadığımız acılar belirli bir düzeyi aştığında, tıpkı fiziksel acılar belirli bir sınırı geçtiğinde bayılmamız gibi, bir tür “bayılma” yaşıyoruz. Gönül âleminde Rabbimizin koruması altına giriyoruz.”1

Sükûnet, Hak dostlarının kalplerine inen bir nurdur. Bu sükûnet ve nur sâyesinde kişi korku ve endîşelerinden kurtulur. Kederlendiği ya da sıkıntılı bir durumla karşılaştığı zaman gelen bu huzurlu atmosfer içerisinde tesellî bulur. İçini kaplayan o nur, hem iç dünyâmıza hem de dış dünyâmıza akseden bir kuvvet konumuna gelir. Bu kuvvet Peygamber Efendimizin ashâbı üzerinde çok bâ­riz olarak görünmektedir. Ashâb-ı kirâm sâhip oldukları değerlerin o kadar farkındadırlar ki, onurlu ve saygın tabiatlarının bir yansıması olarak yürüyüşleriyle dikkat çeken isimlerdir. Onların yürüyüşlerinde başları dik, alınları açık, yüzleri berraktır ve gidişatları güven telkîn eden bir vakar yürüyüşüdür.

Seyr u sülûk eğitimi alan derviş tekke atmosferinde öncelikle nefs-i emmârenin girdâbından kurtarılmak istenir. Tekkelerde öncelikle nefs-i emmâre sâhiplerinin varoluş sancıları, yaşam kaygıları ve gelecek korkuları ortadan kaldırılır. Beyin fırtınaları dindirildikten sonra, nefs-i levvâme mertebesine yükselmesi sağlanır. Nefs-i emmârenin benlik, kaygı, korku, kibir ve cehâlet gibi handikaplarından kurtulan derviş adayı, ilâhî lütfa ermeye, sükûnete kavuşmaya, huzur iklîminde yaşamaya ve dinginlik hâline bürünmeye başlar. Sekîne kıvâmına eren dervişi bekleyen bir sonraki kazanım artık selâmet seyridir.2

Sekînet kıvâmıyla huzur ve selâmet ortamına bürünen derviş artık vakar sâhibi olmaya başlar. Vakar; dervişin ağırbaşlı, temkinli, izzetli, haysiyetli ve şerefli bir koruma ermesidir. Vakar sâhipleri hal ve hareketlerinde yumuşak huylu olmaya, tutum ve davranışlarında azamet sâhibi konumuna gelmeye başlar. 

Sekîne hâliyle emniyet, temkin, ağırbaşlılık, sebat ve heybet hasletlerine bürünen isimler vakarlı durumlarıyla da hafif meşrepli olmaktan kaçınırlar. Sekîne ve sükûnetle nefsânî telâş ve heyecandan kurtulan şahsiyetler vakar sâhibi olmakla kibirli olmaktan, abus çehreli, çatık kaşlı, geçimsiz ve uyumsuz insan konumuna düşmekten korunmuş olurlar.

Vakarla yaşam sürmeyi başaramayanlar ne kadar acınacak haldedirler.3 Allah (cc) kullarını, azamet-i ilâhiyesinden korkmaya, Kendisine saygısızlıktan sakınmaya, bir yandan hilmine bel bağlamaya bir yandan da azametinden sakınmaya çağırmaktadır. Böyle yaptıkları takdirde Allâh’ın onlara bir vakar ve onur bahşedeceğini ve sonunda kullarının büyük mertebelere erebileceklerini dile getirmektedir. 

İslâm ahlâkının temel hasletlerinden biri olarak vakar; Allâh’a (cc) ve Peygamber Efendimiz’e (sav) lâyık oldukları tâzim ve saygıyı göstermektir. Peygamberimiz’in (sav) bir vazîfesi de insanlara, Allah ve Resûlü’ne karşı nasıl bir vakar içerisinde olmaları gerektiğini öğretmektir. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şu şekilde dile getirilmektedir: “(Ey Resûlüm!) Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik ki (ey insanlar) Allâh’a ve Resûlü’ne inanasınız, (dînine) yardımcı olasınız, O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allâh’ı tesbîh edesiniz!”4

Allah ve Resûlü’ne îmân ettikten ve dînine yardımcı olduktan sonra, onlara karşı büyük bir vakar hissiyâtı içinde bulunmak, saygı ve hürmet üzere davranmak emredilmektedir. İnsanlar arasında vakûr olabilmek de ancak bu sâyede mümkündür. Bunun dışında kalan bütün hareket ve davranışlar hafif kalmaya mahkûmdur.

Vakar sâhipleri her dönemde ve her ortamda herkes tarafından sevilen, hürmet edilen, itibar gören ve hayranlık duyulan seçkin şahsiyetlerdir. Vakarlı kimselerin sözlerinde, davranış ve hâllerinde kibre düşmemeleri, bilakis son derece mütevâzı olmaları gerekmektedir. Âyet-i kerîmede Müslümanların sâhip olmaları gereken vakar hâli şöyle ifâde edilmektedir: “Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler. Câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar atıp sataştıkları zaman, ‘selâmetle’ deyip (geçerler).”5

Vakarlı ve izzetli duruş aslâ kibir ve kendini beğenmişlik durumu değildir. Mü’min olarak bizler izzet ve vakarın, azamet ve kibriyâ sâhipliğinin ancak Allâh’a mahsus olduğuna inanırız. “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslarsınız.”6 hatırlatmasında bulunan Rabbimiz, izzet ve şerefin Hakk’a âit olduğunu özellikle vurgulamaktadır. Meskenet ve zillete düşmeden tevâzu sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde dur­mak gibidir. Tevâzu, hilim, merhamet, şefkat, muhabbet, dostluk, nezâket, ferâgat ve dostluk hasletlerine ziyâdesiyle sâhip olan Peygamber Efendimiz (sav) aynı zamanda vakûr, heybetli, izzetli, onurlu, kahraman, bahadır, yiğit, celâl sâhibi, otorite merkezi ve adâletli bir kimliğe sâhipti. Peygamber Efendimiz (sav) her fırsatta insan­lık şeref ve haysiyetini en önde tutan bir tavır sâhibiydi. Kendisini ilk defa görenler, O’nun vakar ve heybeti karşısında âdetâ titrerlerdi, O’nunla arkadaşlık edenler O’na hayrân olurlardı. “Küçüklerimize merhametli, büyüklerimize saygılı ve vakarına uygun dav­ranmayan bizden değildir.”7 buyuran Peygamber Efendimiz (sav) hem tevâzu ehli hem de vakar sâhibi idi. O’nun merha­metli ve şefkatli davranışlarının içerisinde mutlaka tevâzu, vakar ve izzeti bulunurdu. Vakar sâhipleri bir yandan insan haysiyetine uygun davranmaya özen gösterirlerken, bir yandan da kimsenin karşısında eğilip bükülmeye yeltenmezler.8 

Kibirle vakar arasında ince bir çizginin bulunuşu hadîs-i şerîfte şu şekilde açıklığa kavuşturulmaktadır: “Bir gün Resûlullah (sav); ‘Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir.’ buyurdu. Bunun üzerine, güzel giyimli ve güzel görünüşlü bir sahabe olan Ebû Reyhâne şöyle sordu: ‘Ey Allâh’ın Resûlü, ben güzelliği seven bir kimseyim, o kadar ki hiç kimsenin bu bakımdan pabucunun bağında bile benden ileri olmasını istemem. Acaba bu kibir midir?’ Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ‘Şüphesiz Allah güzeldir ve güzelliği sever, bu kibir değildir. Kibir, kendini büyük görerek Hakk’ı reddetmek ve inkâr etmek, halkı da hor ve hakîr görmektir.’”9 

Hadîs-i şerîfe göre kimseyi küçük görmeden her türlü imkân ve güzellikten faydalanmak Müslüman olarak hepimizin hakkıdır. Kibre dönüşmeyen vakar insanda asâlet ve kıymetin ortaya çıkmasını sağlar. Vakar duygusunun kibir fecaatine dönüşmesini engelleyen en önemli etken kişinin niyeti, samîmiyeti, muhâsebesi, murâkabesi, ihlâsı ve seçkin karakteridir. Vakar sâhiplerinin asîl tabiatını Rabbimiz âyet-i kerîmede şu şekilde nitelendirmektedir:

  1. Onlar yalan yere şâhitlik etmezler,
  2. Boş ve anlamsız bir şeyle kar­şılaştıklarında şeref ve vakarlarını koruyarak oradan uzaklaşırlar.10
  3. Kötü ve çirkin bir söz işittiklerinde ona aldırmazlar ve şöyle derler: ‘Bizim işimiz bize, sizin işiniz sizedir. Haydi uğurlar ola, bizim câhillerle işimiz yoktur.’11 

Bahsi geçen âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler çerçevesinde konuyu şöyle özetleyebiliriz: Kendi şahsımız, kendi hesâbımız ve menfaatimiz söz konusu olduğu zaman son derece alçakgönüllü, ferâgatli ve fedâkâr olmalıyız. Fakat inancımız, insanlık haysiyetimiz, bunlarla ilgili prensiplerimiz, din ve devletimizin menfaatleri söz konusu olduğu takdirde aslan kesilmeliyiz.12 

Dipnotlar:

1 Mustafa Merter, Psikolojinin Üçüncü Boyutu Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2014, s. 206-207.
2 Merter, Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili, s. 206-207.
3 Nûh 71/13.
4 el-Feth 48/8-9.
5 el-Furkan 25/63.
6 Ahkâf, 46/20.
7 Tirmizi, Birr, 15.
8 Mehmet Demirci, İyiler ve İyilikler, Nefes Yayınevi, İstanbul 2013, s. 362.
9 Müslim, İman, 147.
10 Furkân, 25/72.
11 Kasas, 28/55.
12 Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 364-366.

Kasım 2025, sayfa no: 10-11-12-13

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak