Târih ilmi, Kubbealtı lügatinde “Toplumların, milletlerin başından geçen olayları yer, zaman göstererek anlatan, bunların sebep ve sonuçlarını, birbirleriyle olan ilişki ve bağlantılarını inceleyen ilim” olarak târif edilir. Menkıbe ise “Din büyüklerinin, kahramanların ve târihî şahsiyetlerin, üstün vasıflarını, ahlâkî meziyetlerini, olağanüstü iş ve davranışlarını destânî-efsânevî bir üslupla anlatan metinler” olarak ele alınır. Zaman içinde “genellikle bir velînin hayâtı çevresinde oluşmuş hikâye yâhut kerâmetleri anlatan dînî-tasavvufî eser” şeklinde bir anlam daha çok öne çıkmış olsa da târifte geçen “kahramanlar” ve “târihî şahsiyetler” ifâdesinden dolayı gāzîlere āit hikâyelerin de destan yâhut gazavâtnâme yanında menkıbe olarak da adlandırılmasının doğru olacağı söylenilmelidir. Bunu kabûl ettiğimizde ise târih ile menkıbeler arasında bir bağ kurmak gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Târihin İmkânları
Söze önce târih ile başlayalım. Bize geçmişin bilgilerini târih vermektedir. Meselâ bizim millet olarak Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde yaşadıklarımızı da diğer dönemler gibi târihten öğrenmekteyiz. Çünkü onun asıl konusu budur. Fakat târifin devâmındaki “sebep-sonuçlar, ilişkileri, birbirleriyle bağlantıları” meselesine gelince, olayları ve kahramanlarını somut bir tarzda ele alan târihin bunu ne ölçüde yapabildiği/yapabileceği tartışma konusudur. Zîrâ ortada ne kadar belge olsa bile bunların, hakîkati bütün boyutlarıyla anlatabileceğinden tam olarak emîn olamayız. Çünkü onlar bize daha çok sonuçlardan söz edecektir. Oysa hakîkatin anlaşılması için nedenlerin bilinmesine de ihtiyaç vardır. Yine çoğu zaman târihin egemen siyâsî anlayışlar ve ideolojilerin etkisiyle yazıldığı gibi bir sorun da vardır ortada. İşte böyle bir durumda da hangi belgenin nasıl kullanıldığı, hepsinin kullanılıp kullanılmadığı belli değildir. Bu durumda başka anlatımlara da ihtiyaç duyulur/duyulacaktır.
Bir de toplumların hayâtı sâdece siyâsî ve askerî olaylardan ibâret değildir. Onların edebî, kültürel, dînî, tasavvufî hayâtı ve zihniyet dünyâsı da vardır. Siyâsî ve askerî olaylar yâhut siyâsî, askerî târih bu dünyâdan bağımsız değildir. Meselâ sûfîler de gāzîler de toplumsal karşılıkları itibâriyle birer târih kahramânıdır. Onların hikâyeleri ise az önce de söylenildiği gibi menkıbe, destan vb. türdeki metinlerle anlaşılabilmektedir. Diğer yandan her olayın bir zāhir (görünen) bir de bâtın (görünmeyen) tarafı vardır. Tam da bu noktada târihi olaylar üzerinde derin dikkatlerin sâhibi olan şâir Yahya Kemal’in “Târihte zāhirî hakîkat, menkıbede bâtınî hakîkat gizlidir.” sözü hatırlanmalıdır. İşte bu yüzden gerçekliğin tartışmasız kaynağı târih kitaplarıdır demek pek de mümkün olmayacaktır.
Menkıbelerin İmkânları
Biz bu anlamda meselâ menkıbelerin bu anlamayı kolaylaştıracağını düşünmekteyiz. Zîrâ menkıbeler, bu anlamda târihten bağımsız değildir. Karşımızda târihî kahraman olarak bir Fatih varsa onun hikâyesini bir sûfî kahraman olan Akşemseddin’den ayrı düşünemeyiz. Yine sekiz pâdişah devrine tanıklık eden Aziz Mahmud Hüdâî bilinmeden bu dönemlere dâir anlatımlar eksik yâhut yetersiz kalacaktır. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. Öyleyse bu durumu kabûl ediyorsak “târihi menkıbeyle birlikte okumak/anlamak/anlatmak gerekir” şeklindeki bir cümleyi tekrar kurmak gerekecektir. Çünkü bu olaylar toplumsal hâfızada yer aldığı için siyâsî-askerî târihî gerçeklikten tümüyle kopuk olarak görülemez. Bu da bizi menkıbenin asıl kaynağının târih olduğu sonucuna götürür. Yāni menkıbe sâdece kurgu değil kaynağını târihten alan bir metindir. Eklemeler, çıkarmalar yapılsa bile her menkıbe târihî bir olaya da işâret eder. Fakat anlatımın semboller ardına gizlenmesi çoğu zaman bu durumun görülememesi gibi bir sonucu ortaya çıkarır.
İşte bu yüzden iki metin birlikte bir okumaya tâbi tutulduğunda târih ilminin belge anlamında anlatmaya çalıştığı gerçeklik menkıbelerin imkânlarıyla tamamlanabilir. Böylece siyâsî ve askerî târihe “sosyal târih” diyebileceğimiz bir boyut da eklenmiş olur ki böylece olup biten her şeyi en ince detayına kadar görme/anlama imkânı bulmuş oluruz.
Konu İçin Bir Örnekleme
Şimdi de konuyu daha somut bir düzleme taşıyalım. Bunu da sûfî kahramanlar ve gāzîler üzerinden hareket ederek yapalım. Bu konu için pek çok sûfî ve gāzî şahsiyetin menkıbeleri bize ışık tutabilir. Meselâ bir edebiyat târihinde Yûnus Emre için verilen adı, doğduğu yer, āilesi, eğitimi, mezarı gibi bilgiler somut bir hayat hikâyesine veya şiirlerinin teknik ve muhtevâ özelliklerine dâir bilgilerdir. Ama Yûnus menkıbelerinin asıl anlam dünyâsına baktığımızda daha farklı bir hikâye ile karşılaşırız. Menkıbe diliyle anlatılan hikâyede yine somut unsurlar vardır. Meselâ Yûnus, buğday istemek için Hacı Bektaş’a gider, Tapduk dergâhında odun taşır vs. Ama bunlar asıl hikâyenin üzerini örten perdelerdir. Bunlar aralandığında buğdayın da odunun da birer sembol olduğu ve hikâyenin insanın hakîkate göre kendini inşâ etme meselesi olduğu görülür. Burada bu inşâ faaliyetinin târihten, târihî olaylardan bağımsız olamayacağı ortadadır. Demek ortada sosyal, siyâsî vb. bir bozulma vardır. Bu nasıl tam olarak târihin konusuysa aynı şekilde menkıbenin de konusu olmaktadır. Bunu kabûl ediyorsak bir kez daha târihî olayların anlatımı için menkıbelerden yararlanılmalıdır demek durumundayız.
Bilhassa 13. Yüzyılı anlamada târih-menkıbe okumalarının birlikte yapılması bize önemli anlama imkânları sunacaktır. Zîrâ bu çağ bizim hem çözülme, yıkılma, hem de sonra birleşme ve yeniden inşâ çağımızdır. “Çözülme neden ve nasıl olmuştur? Derlenip toparlanma nasıl gerçekleşmiştir?” gibi temel soruların asıl cevaplarını böyle bir okumayla bulabiliriz. Konuyu yine Yûnus Emre özelinden sürdürecek olursak şunları da söylemek lâzımdır. O buhran asrında Muhyiddîn Arabî ardından Sadreddîn Konevî gibi isimlerin ortaya koydukları bir anlayış vardır. Adına vahdet-i vücut dediğimiz bu anlayış ne yazık ki sâdece tasavvufî bağlamında ele alınmaktadır. İşte Yûnus Emre bu anlayışı daha geniş kitlelere anlaşılır bir dille anlatmış hattâ sâdece anlatmakla kalmamış bu kavrama sosyal bir birlik fikri de eklemiştir. Çünkü o asır çözülme, dağılma asrıdır. Mesele elbette ve öncelikle insan-Yaratıcı münâsebetidir. Ama sosyal ve siyâsî hayâta yansıyan asıl dağılma çözülme temelde burada başlamaktadır. Akîdevî, zihnî, kalbî çözülme, ifsad, bölünme asıl sorundur. Kişilere bu anlamda bir birlik anlayışı kazandırmadan sosyal ve siyâsî birliğin sağlanması da mümkün olmayacaktır.
Menkıbelerin İmkânları
Öyleyse Yûnus Emre’nin menkıbelerdeki bütün hikâyesi önce insan-Yaratıcı münâsebeti bağlamında tevhîdin inşâsı, hayâtı ölümle, dünyâyı âhiretle birleştirme sonra bu bilinçle hayâta çıkan insanların kendi aralarında yine hayatla, tabiatla ve diğer varlıklarla birlik olma anlayışı kazanma/kazandırma hikâyesidir. Bilhassa Risaletü’n-Nushiyye kitabı tam mânâsıyla çağın sorunlarını ve çözümü sembollerle anlatan bir siyâsî eser ve edebiyat diliyle yazılmış, dönemin târihini de yansıtan bir eserdir. Dolayısıyla târihi anlamada bize imkân sağlayacaktır.
Bu konu için yine hakkında menkıbeler inşâ edilen başka isimler de örneklendirilebilir. Bu anlamda meselâ Mevlana’ya āit menkıbelerin anlatıldığı Menâkıbü’l-Ârifîn adlı esere bakalım. Bu eser, Selçuklu çağına ışık tutan özellikler taşır. Onu okurken Mevlânâ’nın Selçuklu ve Moğol hükümdarlarıyla münâsebetleri, Baycu ve Geyhatu’nun Konya’yı tahrip etmeleri, dervişlerin yaşantıları, Selçuklu-Moğol ilişkileri, Mevlevîliğin Bektâşîlik ve diğer tarîkatlarla, Mevlânâ’nın torunu Ârif Çelebi’nin Saruhanoğulları ile münâsebetleri gibi pek çok târihî olayı anlamış/öğrenmiş oluruz. Bir başka örnek olarak Koyun Baba menkıbeleri verilebilir. Bunlar okunduğunda Orta Anadolu’daki halkın sosyal ve ekonomik durumu, inançları, şeyhin Fatih Sultan Mehmed ve II. Bâyezid ile olan ilişkileri üzerine sahici bilgiler öğrenerek o dönemi ve şahsiyetlerini anlamak daha da kolaylaşacaktır.
Gāzîlere dâir anlatımlar da böyledir. Çünkü onların her biri askerî mânâda savaşçılar oldukları kadar birer derviş olarak görülmektedirler. Alperen gibi gāzîlikle dervişliği birleştiren bir kavramın ortaya çıkması bu yüzdendir. Burada Battal Gāzî, Danışmend Gāzî, Sarı Saltuk gibi isimler hem şahsiyetleri hem de hayat hikâyeleri, mücâdeleleri itibâriyle bize aynı imkânı verirler. Bu metinlere biz destan desek bile halkın gözünde bunlar birer menkıbedir. Böylece târih ile menkıbe iç içe girmiş olmaktadır. İşte bu yüzden bu menkıbelerden hareketle meselâ müslüman Türklerin gazâ anlayışı, kahraman tipolojisi ve vasıfları anlaşılacağı gibi Bizanslılarla, Moğollarla mücâdele, Anadolu’nun ve Balkanların İslamlaşması, bir Türk yurdu hâline gelmesi şeklindeki târihi olayların mâhiyeti hem zāhiri hem bâtını ile anlaşılmış olacaktır.
Bu anlamda karşımızda hayli zengin bir literatür vardır. Öyleyse Ahmet Yesevi menkıbelerinden başlayarak Hacı Bektaş, Ahmed er-Rifai, Ahi Evran, Akşemseddin, Eşrefoğlu Rumi, Şaban-ı Veli, Aziz Mahmud Hüdai gibi yaşadıkları ile toplumsal hâfızada derin izler bırakan sûfî şahsiyetlerin, yine az önce adları anılan Battal Gāzî, Dânişmend Gāzî, Sarı Saltuk yanında Abdurrahman Gāzî, Mengücek Gāzî, Tiryaki Hasan Paşa ve daha pek çok gāzî-kahramânın menkıbeleri târihi anlamada karşımızda duran önemli kaynaklardır.
Kaynak Anlayışımız Değiştirilmeli
Târihçilerin uzunca bir süredir, eğitimdeki pozitivist anlayışın da bir netîcesi olarak menkıbelere, destanlara birer bilimsel kaynak olarak çok da itibâr etmediklerini biliyoruz. Fakat M. Fuad Köprülü’den itibâren bu bakışın kısmen de olsa değiştiğini ve Zeki Velidi Togan, Abdülbaki Gölpınarlı, Âgâh Sırrı Levend ve Ahmet Yaşar Ocak gibi araştırmacı ve bilim adamlarının onlara daha müsbet yaklaştıklarını görmekteyiz. Bu çalışmalardan öğrendiğimiz şudur: Bu menkıbeler, āit oldukları dönemlerin sosyal ve kültürel hayâtına ışık tutmaktadırlar. Dolayısıyla onlar dînî, târihî, tasavvufî, edebî târihimiz için olduğu kadar genel Türk târihi açısından da önemli metinlerdir. Bu da bize târih okumalarında menkıbeleri dikkate almamız hâlinde târihin, târihî olayların ve kişilerin arka planındaki gerçekliği görmemiz açısından önemli bir imkân sağlayacaktır.
Kaynakça
A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri, Ankara 1984
M. Fuat Köprülü, Târihî Kaynak Olarak XIV. ve XV. Asırlardaki Bazı Türk Menâkıb-nâmeleri, İstanbul, 1951
Müjgan Cumbur, Anadolu Gāzîleri ve Edebiyatımız, Erdem Dergisi, Ankara 1987
Rıdvan Canım, Klâsik Türk Edebiyatında Menâkıbnâmeler, Avrasya Etüdleri Dergisi s.43, Ankara 2013
Selâhadin Döğüş, Osmanlılarda Gazâ İdeolojisinin Târihi ve Kültürel Kaynakları, Belleten, Aralık 2008, Cilt 72 - Sayı 265
Kasım 2025, sayfa no: 54-55-56-57
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak