Ara

Medeniyetin Sessiz Kudreti: Hürmet ve Nezâket

Medeniyetin Sessiz Kudreti: Hürmet ve Nezâket

Usûl ve üslûp, medeniyetlerin mümeyyiz alâmetidir. Kültürler ve uygarlıklar, kendilerine âit usûl ve ilkelerle, vasıflarla tebârüz ederler. Çünkü her kültürün ve uygarlığın kuruluş kodu ve beslenme sahaları farklıdır. Türk medeniyetinin çiçeklenme sahası ise din ve töredir. Din ve törenin eşsiz müktesebâtı dolayısıyla medeniyetimizin alâmet-i fârikası envâi çeşit olmuştur. Ancak bazıları yıldızlı ve taçlıdır. İnsanın içini ferahlatan, rûhunu süsleyen ve kişiye üstün bir âhenk bahşeden bu taçlı ve berceste hasletlerden biri de, hürmet ve nezâkettir.

Hürmet, insanın iç dünyâsında doğan, her türlü varlığa karşı derin bir takdîr hissiyâtıdır. Her sözde ve her bakışta, hem incelik hem de vakar barındırır. Kâh suskun bir tebessümde, kâh nâzik bir hitapta kendini gösterir; bu yönüyle insana gerçek anlamını kazandıran zarîf bir duygu ve ahlâkî bir tutumdur. Hürmet, cemiyetin rûhunu besleyen, insanları bir arada tutan, ihtilafları asgarîye indiren, gönülleri birleştiren mayadır. Çünkü hürmetin can damarında nezâket ve zarâfet vardır.

Nezâket ise, kelâmda letâfet, hâlde zarâfet, nazarda suhulet ile tezāhür eden bir edep tâcıdır. Medeniyetin incelikler iklîminde boy veren ahlâkî bir çınardır; bu cihetiyle kökleri derin, gölgesi engindir. Sertliği sükûnetle bertarâf eden, kırıcı sözü tatlı dille ehlîleştiren, en basit muāmeleyi dahî bir asâlet simgesine dönüştüren güzîde bir sanattır. Nezâket, yalnızca nâzik olmak değil, insanın özünden süzülen bir rikkât ve hoşgörüyle âleme dokunmaktır.

Türk-İslâm medeniyeti, asırlar boyunca hürmet ve nezâketin mücellâ timsâli olagelmiştir. Bu medeniyetin esasları, insanın fıtratına uygun bir anlayış üzerine temellendirilmiş; her mefhûma, her zâta, her mahale ihtiram ve hassâsiyetle muāmele edilmiştir. Devlet ricâlinden ilim erbâbına, mukaddes mekânlardan gönül âlemine, tabiatın en küçük zerresinden kâinâtın azametine kadar her şey, bu mîrâsın nâmütenâhî deryâsında yerini bulmuştur. Hülâsa, hürmet ve nezâket, medeniyetimizin rûhuna işlenmiş, cemiyetin her tabakasında âdetâ bir ibâdet gibi mâkes bulmuştur.

Teşekkür Eden, Selâmet Bulur

Türk-İslâm medeniyetinde her şeyin bir mânâsı ve kıymeti vardır. Sıradan addedilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü bütün mevcûdâta hikmet nazarıyla bakılması salık verilmiştir. İsimler dahî sıradan anılmamış, saygının nişânesi olarak ihtimamla telaffuz edilmiştir. Yaratılanı yaratandan ötürü seven bir kültüre de bu yakışır.

Kadîm kültürümüz, Yüce Mevlâ’ya şükran ve teşekkür ederek, Bilge Peygamberimize ve büyüklerimize selâm göndererek söze başlamayı ilke edinmiştir. Bu itibarla bütün başlangıçlar Hak Teâlâ’yı hamd ederek kapılarını açar. Peygamberlere sonsuz saygı duyulur ve her biri Hazret ile karşılanır ve aleyhisselâm ile uğurlanır. Görklü Peygamberimiz için ise çok daha geniş bir külliyat oluşturulmuştur. Çünkü o “Hâtemü’l-Enbiyâ”, “Resûl-i Ekrem”, “Peygamber-i Zîşân”dır. Arkadaşları ise “Sahabe-i Kiram” ve “Ashâb-ı Güzîn”dir.

Ne güzel bir terbiyeye sâhibiz ki büyüklerimizi dilimize nârin bir telaffuzla misâfir ederiz. Dört büyük halîfemizi “radıyallâhu anh” yâhut “mü’minlerin emîri” gibi daha nice tahsin ve inâyet ile hatırlarız. Büyük atamız Şanlı Oğuz Kağan’dan başlamak üzere devlet erkânını da aynı tâzim ile zihnimizde canlandırırız, yâd-ı cemîl eyleriz. Her birine “Ulu Kağan”, “Şevketli Sultan”, “Haşmetli Hünkâr”, “Pâdişâh-ı Âlem-Penâh”, “Cennetmekân”, “Gâzî” diyerek şanlarını yüceltiriz.

Türk milleti için bilginin ve bilgeliğin yeri müstesnâdır. Bu sebeple âlimlere karşı ayrı bir hürmet ve nezâket beslenmiştir. Hakan dahî olsa bilgelerin huzûruna âdâb-ı muāşeret dâiresinde girilmiş ve dâimâ saygının en yüksek derecesi ile muāmele edilmiştir. Çünkü Türk bilginleri, ilmi besleyen ve yayan bir mertebede bulunurlar. Bu sebeple, onlara itinâlı davranmak ve samîmiyetle hürmet göstermek elzemdir. Mâzîmizde ilim ehline sıradan hitap vâki değildir. Kendini hürmet ve nezâketle ihâta eylemiş olan irfânımız, âlimlerimize ve mürşidlerimize kâh “Allah sırlarını mukaddes kılsın” anlamına gelen “Kaddesallâhu sirrahû”, kâh “Üstâd-ı Muhterem”, kâh “Allâme-i Cihân” ve daha nice tâziz ve tâzimle hitâp etmiştir. Biz bunu yaparken büyüklerimize lütfetmeyiz, bilakis onların sâyesinde bilgi halkalarına muhâtap olduğumuz için bizler lütuf görürüz. Çünkü gönül boşluğu ancak muallimler vesîlesiyle ilim hoşluğuna tahvîl olur.

Din ve devlet büyüklerimize duyulan hürmet, nesiller arasında tesis edilen hukûk-i mâneviyedir. Mâneviyatımızı ve mefkûremizi tahkîm eden diğer hazînelerimize karşı da aynı nezâket gösterilmiştir. Meselâ Kelâm-ı Kadîm’in cümlelerine “Âyet-i Kerîme” yâhut “Âyet-i Celîle” denilerek kıymetine vurgu yapılmıştır. Hadîsler ise “Hadîs-i Şerîf”, “Hadîs-i Kudsî” gibi ifâdelerle yüceltilmiştir.

Yüksek ideallere sâhip Türk umrânının hürmet anlayışı yalnızca sözde kalmamış, eyleme de yansımıştır. İslâm yurtlarında Mushaflar dâimâ bel hizâsının üzerinde tutulur; bir yerden alınıp bir yere bırakılırken, öpüp başa konulur. Büyüklerin mektupları veya yazıları içtenlikle ve hattâ ayakta okunur, yazıdan dolayı kitaba karşı itinâlı davranılır. İşte bu titizlik, medeniyetimizin zarâfet membâından süzülen erdemli bir anlayışın tezāhürüdür.

Ulu Ötüken, Azîz İstanbul ve Kutlu Ankara

Türk-İslâm medeniyeti, insanlara olduğu gibi, beldelere, mekânlara ve hâtıralara da hürmetle yaklaşmıştır. Dînimizin mukaddes beldeleri bile saygıyla zikredilmiştir. Çünkü inancımızın meşalesinin tutuşturulduğu beldelerimiz izzetle anılmaya lâyıktır. “Mekke-i Mükerreme”, “Medîne-i Münevvere” ve “Kudüs-i Şerîf” bu kabîldendir.

Bununla birlikte, görkemli târihimizin de seçkin şehirleri vardır. Bu mekânlara da aynı şekilde saygıdeğer ifâdeler kullanılmalıdır. Târihimizin bidâyetinde bulunan Ötüken’e “Ulu Ötüken”, medeniyetimizin merkezinde yer alan İstanbul’a “Azîz İstanbul” ve geleceğimiz kāidesini teşkîl eden Ankara’ya ise “Kutlu Ankara” şeklinde hitâp etmek millî bir vazîfedir.

Türklerin târih sahnesine çıkışından itibâren rûhunu ve kimliğini mayalayan nice mekânlar vardır ki bunlar milletin vicdânı ve hâfızasıdır. Bu mekânların en kadîmi Ulu Ötüken’dir. Ulu Ötüken, Türkler’in ilk medeniyet harcının yoğrulduğu uğurlu topraktır. Sâdece bir yurt değil bir mefkûre, bir şuur ve şûrâdır. Ötüken rûhu behemehâl diri tutulmalıdır.

Bugün itibârıyla, İslâm-Türk medeniyetinin en zirvesi Devlet-i Âliye’dir. Osmanlı Devleti’nin gerek mîmârî, gerek mânevî ve gerekse idârî hülâsası İstanbul’da tecessüm etmiştir. İstanbul, Görklü Peygamberimiz (sav)’in Kızılelma’sıdır. Bu Kızılelma’ya ulaşmak, Cenâb-ı Allâh’ın mücâhidlerine, yâni Türklere nasîb olmuştur. Fethedildiğinde metrukhâneye dönmüş olan bu belde, Türk maharetinin ihyâsıyla medeniyetin cevheri olmuş ve beldelerin azîzi nâmıyla ün salmıştır. Burada ilim, sanat, hikmet ve ahlâk muhteşem bir âhenkle buluşmuştur. İstanbul, müstesnâ ve mükerrem özellikleriyle azizleştikçe, Türk-İslâm şuuru da çelik çelik muazzezleşmiştir.

Ankara ise, yeni bir asrın, yeni bir rûhun mihveri olarak Türk ülküsünün beynelmilel sahnede şaşmaz istikāmetini çizmektedir. Ankara artık kutlu, müstesnâ, müntehâ ve müctebâdır. Bu bakımdan sâdece bir başkent değil, yeni bir şafağın mukaddimesidir. Artık her tertip ve plan, Ankara'nın akıl ve hikmetiyle yoğurulmalı, onun kutlu pâyesini idrâk ederek eyleme dönüşmelidir.

Ankara, Türk-İslâm medeniyetinin sarsılmaz kalesi ve üss-ü’l-esâsıdır. Bu şehir, Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinin ve millî şuurun merkezidir. Hâliyle, sâdece bir idâre merkezi olarak görülmemeli, bil’akis Türk dünyâsının akl-ı selîmi, rûh-u revânı ve istikbâlini tâyin eden kutlu bir mihrak olarak kabûl edilmelidir. Asırlardır istiklâl ve istikbâl uğruna mücâdele veren bu milletin sesi, bundan böyle Ankara'dan yankılanmalıdır.

Bilinmelidir ki Ankara, nizâm-ı âlem ülküsünün kutbudur. Nizâm-ı âlem, Türkiye Cumhuriyeti’nin mesûliyetidir. Çünkü Türkiye, Türk devletlerinin en metîn halkasıdır ve Ankara, bu kudretin nişânesi olarak milletinin kaderini yoğuran mukaddes bir karargâhtır. Bu nedenle geleceğe dâir her söz, her hamle, her inkılâp, Ankara'nın izzet ve vakarına muvâfık olmalıdır. Dünya, Ankara'nın sözünü göz ardı edemeyeceğini idrâk etmelidir.

Fakat Ankara, evvelâ bu necip milletin nezdinde lâyıkıyla yer edinmeli ki istikbâlin mukadderâtını tâyin edebilsin ve yeni bir medeniyetin mihrâkı olarak kabûl görebilsin. Bu şuur yakalandığında gönül coğrafyamızda atılacak her adım, bu kutlu pâyitahtın gölgesinde, onun asâletine yaraşır bir şuurla hayat bulacaktır. Fakat milletimiz, ebedî başkentimizi siyâsî çekişmelerin yatağı olarak görürse, Türk meşalesi beklenen aksülameli gösteremez.

Son Hülâsa

Dünyânın bütün inceliğini içinde barındıran Türk-İslâm medeniyeti, yazmak ve anlatmaktan ziyâde yaşamakla anlam bulur. İnsanın anlam arayışını mâhiyetiyle cevaplayan medeniyetimiz, fıtratı besleyen ve ayakta tutan nahîf husûsiyetlere ziyâdesiyle önem atfetmiştir. Nezâket ve hürmet, rûhu kemâle erdiren inciler gibidir. Medenî insan ise bunlardan ziyâdesiyle nasipdâr olan kimsedir. Çünkü bu mefhumlar, edep şehrinin sütunlarıdır. Gönül coğrafyamızın en ihtişamlı saraydan en küçük köy odasına kadar her mekânda "Edep yâhû!" levhalarının asılı olması, işte bu hakîkate hamledilmelidir.

Şahsiyetli geleneğimiz, hürmet ve nezâketi kaybederse, maazallah târihin tozlu sayfalarına hapsolur. Bu itibarla, düşüncede, kelâmda, her bakışta hürmeti ve nezâketi esas almak, ecdâda vefâ borcumuz olduğu gibi, istikbâlimizin teminâtının da biricik yoludur.

Fîlhakîka nezâket ve hürmet, insanın şeref tâcıdır; şeref ise kaybedildiğinde yerine konulamaz bir hazînedir.

Nisan 2025, sayfa no: 32-33-34-35

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak