Ara

İvmesini Hazlardan Alan Hız ve Tükeniş

İvmesini Hazlardan Alan Hız ve Tükeniş

Modern çağın getirdiği handikaplardan biri, hızla değişen dünyâda artan “haz” alanlarına yetişebilmek için insanın daha da hızlanması gerektiğine inanan bir düşünce dünyâsının oluşmasıdır. Kontrolsüz biçimde çoğalan ve insanı hevâ ve arzuları üzerinden yönlendirmeye odaklı pek çok alanla karşı karşıyayız. Bu durum, “yavaşlarsan kaybedersin” anlayışını âdetâ akîde hâline getiren bir insan topluluğunun doğmasına sebep olmuştur. Oysa bu hal, her şeye yetişme hırsıyla hareket eden ama gerçekte hiçbir şeye tam mânâsıyla erişemeden ömürlerini tüketen nice insanın ortaya çıkmasına zemîn hazırlamaktadır. 

Kur’ân ve sünnette, insana verilen ömrün hevâ ve arzular doğrultusunda tüketilmesi değil; tāat, istikāmet ve bilinç üzere inşâ edilmesi emredilmektedir. İnsanın âhiretini kurtarmasının önünde engel teşkîl edebilecek arzular kişiyi Hakk şuurdan uzaklaştırarak bâtıl bir bilinçle kısa ömrünü şekillendirmeye sevk edebilir. Hızla değişen ve dönüşen bu modern dünyâda, insanın dikkatini boş ve anlamsız meşgalelere çekecek sayısız unsurun varlığı, çağımız insanının imtihânını daha da ağırlaştırmıştır.

Kontrolsüz Hızlanma Felâkete Kapı Aralar

Felâkete kapı aralayan “hızlanma”, nefsin dur durak bilmeyen isteklerinin peşinden koşmaktır. Günümüz şartları gerek sosyal medyasıyla gerekse birtakım teknolojik gelişmeleriyle kimi zaman nefsin bu maratonuna bir motor görevi görmektedir. Zamânı bereketli kullanmak yerine, onu boş ve anlamsız uğraşlarla tüketmek pek çok insanın düştüğü en büyük tuzaklardan biridir. Sürekli bir yerlere yetişme telâşı, insana bu dünyâyı sanki ebedî kalınacak bir yuva gibi hissettirir. Oysa burası, âhiretin tarlasından başka bir şey değildir. İnsan, bu geçici mekândaki asıl vazîfesini, yāni kulluğunu unutup, ona engel olan her şeyin peşinden koşmaya başlar. İşte felâketin kapısı da tam burada aralanır.

Zaman Bir Kılıç Gibidir

Sûfîlerin zamânı değerlendirme konusunda gaflete düşmemek için “zaman bir kılıç gibidir; sen onu kesmezsen o seni keser” anlayışını geliştirdiklerini görmekteyiz. Onlar için zamânın gerektirdiği hâle bürünüp ibnü’l-vakt (vaktin çocuğu) olmak, hattâ daha ileri bir mertebe olarak ebü’l-vakt (vaktin babası) konumuna ulaşmak esastır. Bu kavramlar, insanın hayâtını bilinçli yaşamasını sağlayan derin bir zaman felsefesini yansıtır. Zîrâ sûfîye göre her an, Allâh’ın bir tecellîsine sahnedir ve o ânın hakkını vermek, kulluğun gereğidir. Bu yönüyle sûfîlerin zaman anlayışı, insan hayâtında gereksiz meşgûliyetleri ortadan kaldıran bir iç disiplin formülü gibidir. Bu formül kişiyi ibâdet zamânı ibâdetle, cihad zamânı cihadla, ilim zamânı ilimle, çalışma ve üretim zamânı da emekle meşgûl olmaya yönlendirir. Böylelikle insan, âtıl, monoton ve şuursuz bir hayâtın girdâbına kapılmaktan korunur. 

Ne var ki modern çağın hız tutkusu, bu hikmetli zaman bilincini gölgelemekte; insanı, kendisini sürükleyen bir akışın pasif nesnesi hâline getirmektedir. Hızla akıp giden zaman, önüne geleni sürükleyen bir sel gibidir; bu sele kapılan insan, en kıymetli sermâyesi olan ömrünü farkında olmadan hebâ edebilir. Böyle bir hız, kişinin durup tefekkür etmesine de engel olur. Hâlbuki aklın ibâdeti olan tefekkür, insanın mânevî yolculuğunda vazgeçilmezdir. Bu fırsatı bulamayan insan, modern zamânın câzibesiyle sürüklenerek âhiret amellerini ihmâl etme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

İnsan Rûhu Sukûnun Sâkinleştirici İksîrine İhtiyaç Duyar

İnsan rûhu için sürekli kargaşa ve kaos kaygı vericidir. Ruh, elest bezminde tattığı sükûnetin huzûrunu bu dünyâda da arar. Allah Teālâ’nın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbına muhâtap olan ruh, o ilâhî sadânın lezzetini derinden özler. Ancak kimi ruhlar günahların kararttığı perdeler sebebiyle bu ilâhî hitâbın lezzetini hâtırlamakta zorlanır ya da hâtırlayamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav): “Kul bir günah işlediğinde kalbine siyah bir nokta konur. Eğer tövbe ederse o nokta silinir; tövbe etmezse o nokta büyür ve kalbi kaplar.” buyurmuştur. Ancak kalbini muhâfaza eden, nefsin arzu ve heveslerinden sakınan kimseler için o ilâhî hitâbın hâtırası canlı kalır. Onlar dünyâda yaşarken bile ruhlarının derinliklerinde o “elest” sadâsını yeniden duymanın özlemiyle yaşarlar. Bu özlem, onları dünyâdan soğutan değil, dünyâyı doğru anlamlandırmalarını sağlayan bir farkındalığa dönüşür. Ne var ki sükûnete fırsat bulamayan insanın bâtınî yolculuğu sekteye uğrar; böylece ruh, kendini modern çağın gürültüsü içinde kaybetmeye başlar.

Bütün bunlarla berâber insan rûhu, huzûra, düzen ve dengeye meyillidir. Sürekli gürültü, hız, gösteriş ve rekābet içinde yaşamak bu dengeyi bozar. Kalp, kendisini Allah’tan uzaklaştıran her meşgûliyetin içinde sıkışır; içsel bir yorgunluk, görünmeyen bir tükenmişlik hâli baş gösterir. Rabbimiz (cc) bu hâle işâret ederken şöyle buyurur: “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır.”

Sükûnete Dönüşün Yolu

Modern çağın insanı, hızın büyüsüne kapılarak kendi iç sesini duyamaz hâle gelmiştir. Oysa Kur’ân, insanı bu koşuşturmadan uzaklaştırıp sükûnete ve tefekküre çağırır. Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.” Bu âyet, zikir ve tefekkürün durmaksızın devâm eden bir bilinç hâli olması gerektiğini bildirir. Zîrâ zikir ve tefekkür, kalbi huzûra ve sükûnete eriştirir. Rabbimiz başka bir âyette şöyle buyurur: “Bilesiniz ki kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” Gerçek huzûrun maddî hızda değil, ilâhî zikrin sâkinleştirici nefesinde saklı olduğu bu âyetle açıkça ifâde edilmiştir. 

Peygamber Efendimiz (sav) de asıl kazancın dünyâlık hızda değil, kalbin dinginliğinde olduğunu hatırlatarak şöyle buyurmuştur: “Acelecilik şeytandan, teennî/itidâl ile hareket etmek Allah’tandır.” Bu hadîs, aceleciliğin sâdece bedensel değil, aynı zamanda ruhsal bir sapma olduğunu göstermektedir. Acele eden, çoğu zaman farkında olmadan kendi iç huzûrundan uzaklaşır; çünkü acelecilik, tefekkürü öldürür. 

Rasûlullah (sav), sahâbelerine hayâtın fırtınaları karşısında sükûnetle davranmayı öğretmiş, bir başka hadîsinde ise şöyle buyurmuştur: “Gerçek zenginlik mal çokluğu değil, gönül zenginliğidir.” Bu hadîs, insanın tatmin arayışını dışarıda değil, kendi kalbinin derinliklerinde yapması gerektiğini gösterir. Modern dünyânın hızla değişen ve tüketime dayalı hayat biçimi, bu içsel zenginliği unutturmuştur. Oysa kalp sükûnete erişmedikçe insanın bedeni ne kadar dinlense de rûhu hep yorgun kalacaktır. Kur’ân, bu yorgun rûhu tesellî edecek en sâde ve en derin hakîkati “tevekkül”le öğretir: “Kim Allâh’a tevekkül ederse, O ona yeter.” Tevekkül, hızın değil, teslîmiyetin meyvesidir. İnsan, sebepleri yerine getirdikten sonra sonucu Allâh’a bırakabilirse, işte o zaman rûhu gerçek huzûra erer. Çünkü tevekkül, sükûnetin özüdür.

Sükûnete dönüş, kalbin Rabbine dönmesiyle mümkündür. Nefsin bitmek bilmeyen arzularını frenlemek, kalbi zikre, sabırla beklemeye ve tevekküle yönlendirmek gerekir. Rabbimiz buyurur: “Sabır ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle berâberdir.” Sabır, aceleciliğin panzehiri; namaz ise sükûnetin kalpteki tezāhürüdür. Bu iki ilâhî emir, modern insanın dağılmış dikkatini toparlayacak en güçlü mânevî reçetedir.

Sonuç olarak; içinde bulunduğumuz çağ, “ivmesini hazlardan alan hız”ın, insanı içsel bir tükenişe sürüklediği târihî bir kavşak noktasıdır. Sosyal medyanın sürekli kaydırılan sayfaları, kısa, yüzeysel ve anlık hazlara endeksli içerik kültürü, derin düşünceyi ve kalıcı mânevî tatmîni unutturmuş; “sürekli meşgûl” olan ama “hiçbir zaman doyuma ulaşamayan” bir insan tipini yaygınlaştırmıştır. “Vaktim yok” şikâyeti, aslında kendi öz sermâyemiz olan ömrü, neye ve nasıl harcayacağımızı bilemeyişimizin çâresiz itirâfıdır. Bu durum, nefsin anlık tatminlerine esîr olmuş ve zamânın kılıcı karşısında savunmasız kalmış nesillerin habercisidir. 

Ancak Müslüman'ın bu girdâba teslîm olmak gibi bir seçeneği yoktur. Çıkış yolu, bu hız sarmalına daha fazla kapılmakta değil, bilinçli bir şekilde durmakta, yavaşlamakta ve kadîm olanla yeniden bağ kurmakta yatar. Kur'ân'ın ve sünnetin işâret ettiği, sûfîlerin “ibnü'l-vakt” olma şuuruyla hayat bulduğu sükûnetin, kaybedilen bir lüks değil; modern dünyâda ayakta kalmanın, hattâ mânen gelişmenin en radikal direnişi olduğu unutulmamalıdır.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak