Ara

Îmânı Uğrunda Yollara Düşen Hanım Sahâbî Ümmü Gülsüm Bint Ukbe (r.anhâ)

Îmânı Uğrunda Yollara Düşen Hanım Sahâbî Ümmü Gülsüm Bint Ukbe (r.anhâ)

O erler ki, 

O erler ki, gönül fezâsındalar,                        
Toprakta sürünme ezâsındalar.    
Bir ân yabancıya kaysa gözleri,                     
Bir ömür gözyaşı cezâsındalar.

Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizâsındalar.     
Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzâsındalar

İçine nefs sızan ibâdetlerin
Birbiri ardınca kazâsındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sâdece Allâh’ın rızâsındalar.

Necip Fazıl Kısakürek   

Şimdiye kadar bu sütunda erkek sahâbîlerden söz ettim; onlardan bahsetmeye daha çok devâm edeceğim. Onlarla berâber olmak ve onların dünyâsına girmek bize güç ve kuvvet veriyor; bize hayat kazandırıyor. Hanımefendi okuyucularımız, haklı olarak “İslâm yolunda canını dişine takmış fedâkâr hanım sahâbîleri de tanımak isteriz” diyorlar. Ben de bu yazımda haklı olan bu talep üzerine îmânı uğruna yollara düşen ve hakkında âyet-i kerîme nâzil olan bir hanım sahâbîden söz edecek ve sizi onunla tanıştıracağım. Bu yazıyı sonuna kadar okumanızı ve bu hanım sahâbî ile tanışmanızı istiyorum.

Hz. Peygamber Efendimiz ve ashâbı 622 yılında Mekke’den Medîne’ye hicret ettiler. Hicretten iki sene sonra Bedir savaşı, üç sene sonra da Uhud savaşı cereyân etti. 627 yılında da Hendek savaşı oldu. Hz. Peygamber Efendimiz, Mekke müşrikleri ile savaşı devâm ettirmek istemiyor ve onlarla bir barış antlaşması yapmak istiyordu. Bu isteğini 628 yılında gerçekleştirdi ve onlarla Hudeybiye musâlahasını imzāladı. Bu sulh anlaşmasının maddeleri ilk zamanlar müslümanların aleyhine gibi görünüyordu ama Mekke’deki müslümanlar, îmanları ve azimleri ile aleyhteki bu maddeleri lehe çevirdiler. Aleyhteki maddelerden biri şuydu: “Mekke’den velîsinin izni ve haberi olmadan Muhammed’in yanına gidecek kimseler Mekke’ye geri gönderilecektir.” Hz. Peygamber Efendimiz’in, Mekkelilerin ileri sürdüğü bu şartı kabûl etmesi müslümanlara çok ağır gelmişti ama ses çıkarmamış, netîceyi beklemişlerdi. Barış antlaşmasını Mekkeliler adına imzālayan Süheyl b. Amr’ın müslüman olan oğlu Ebû Cendel’in imzādan sonra gelip Hz. Peygamber Efendimiz’e sığınması, Süheyl’in de daha mürekkebi kurumamış antlaşma gereği oğlunu istemesi ve Peygamberimizin de “Ey Ebû Cendel, bu kavimle aramızda yazılan barış antlaşması tamamlandı. Ey Ebû Cendel, sen biraz sabret, sıkıntılara katlan. Allah’tan da bunun ecrini ve mükâfâtını iste! Hiç şüphesiz Yüce Allah, senin için ve senin yanında bulunan zayıf ve kimsesiz müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz, şu kavim ile aramızda bir barış antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyorlar. Verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz” demesi ashâb-ı kirâmı biraz üzdü.

Hz. Peygamber Efendimiz, Ebû Cendel’e bunları söyledikten sonra babası Süheyl’e döndü ve “Ebû Cendel’i bana bağışla!” dedi. Süheyl de “hayır, bağışlayamam” dedi ve oğlunu alıp Mekke’ye gitti. Bu durum, başta Hz. Ömer(ra) olmak üzere bütün sahâbeyi daha çok üzdü. Hudeybiye’den Medîne’ye dönerken Fetih sûresinin nâzil olması herkesi rahatlattı ve üzüntülerini unutturdu. Demek ki müslümanlar, yakında Mekke’yi fethedeceklerdi. Evet, Hudeybiye’nin ağır gibi görülen şartları Mekke’nin fethini müjdeliyordu.

Hz. Peygamber Efendimiz, Medîne’ye döndükten sonra Mekke’den gelip Medîne’ye sığınan müslümanları muâhede şartlarına uyarak geri gönderdi. Onlar da Ebû Basîr’in gayretiyle Îs denilen yerde oluşturulan bir mekâna yerleşti ve orayı merkez yaptılar. Mekkelilerin Sûriye’ye giden kervanlarının önünü kestiler. Bu sefer Mekkeliler gelip Hz. Peygamber Efendimiz’e yalvararak bu maddenin değiştirilmesini ve Mekke’den gelen müslümanları Medîne’ye kabûl etmesini istediler. Peygamberimiz de öyle yaptı ve hem Îs’teki müslümanlar hem de Mekke’deki müslümanlar gelip Medîne’ye yerleştiler. Yāni îmânın gücü Mekke müşriklerinin gücüne gālip geldi.

Bu madde değiştirilmeden önce Mekke’den Medîne’ye hicret eden müslümanlardan biri de Ümmü Gülsüm bint Ukbe(r.anhâ) idi. Ümmü Gülsüm, Mekke döneminde müslüman olmuş ve Peygamberimiz’e bîat etmiş bir hanımefendiydi. Babası ve kardeşleri İslâm düşmanı oldukları için hanımefendinin hicret etmesine izin vermemişlerdi. Babası Ukbe b. Ebî Muayt, Kureyş kabîlesinin Ümeyye oğulları koluna mensuptur. Annesi Ervâ bint Küreyz de Hz. Peygamber Efendimiz’in halası Ümmü Hakîm Beyzâ’nın kızıdır. Ervâ, Affân b. Ebi’l-Âs ile evliydi. Hz. Osman, Affân ve Ervâ çiftinin oğludur. Ervâ, Affân’ın ölümünden sonra Ukbe ile evlendi. Yāni Hz. Osman ile Ümmü Gülsüm anne bir kardeştirler. Ukbe, İslâmiyet’in doğuşundan önce Mekke’nin zenginleri ve ileri gelenleri arasında yer alıyordu. İslâm’ın ilk günlerinden itibâren Hz. Peygamber’in azılı düşmanlarından oldu; onu dâvetten vazgeçirmeye ve yeni müslüman olanları dinlerinden döndürmeye çalışan en etkili liderlerden biriydi. Ukbe, Hz. Peygamber’in komşusu idi ve O’nun kapısının önüne pislik atıyordu.

Ukbe b. Ebî Muayt, bir gün Kâbe’nin yanında namaz kılmakta olan Hz. Peygamber’in üzerine, secdeye gittiği sırada -Ebû Cehil’in teşvikiyle- yeni doğuran devenin döl yatağını attı. Bir defasında da Kâbe’nin yanında namaz kılan Rasûlullâh’ın(sav) yanına gitti ve secdeye vardığı esnâda elbisesini boynuna dolayarak onu boğmaya çalıştı. Bunu gören Hz. Ebû Bekir, “Rabbinizden size deliller getiren bir kimseyi ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için öldürecek misiniz?” diyerek ona engel oldu. Hz. Peygamber Efendimiz, Ukbe’nin kendisini sürekli tâciz etmesi üzerine önde gelen bāzı müşriklerin adını da zikrederek onlara şöyle bedduā etmişti: “Allâh’ım! Kureyş’ten olan bu topluluğun yaptıklarını sana arzediyorum. Ebû Cehil b. Hişâm’ı, Utbe b. Rebîa’yı, Şeybe b. Rebîa’yı, Ukbe b. Ebû Muayt’ı, Ümeyye b. Halef’i sana havâle ediyorum.”1 Bir defasında bu kişilerin de içinde bulunduğu yedi kişiye bedduāda bulundu ve bunların tamâmı Bedir Savaşı’nda öldürüldü.2 Peygamberliğin onuncu yılında Ebû Tālib’in ölümü üzerine müşrikler Hz. Peygamber’e yapmakta oldukları eziyetleri arttırdılar. O sırada Hâşim oğullarının büyüğü sayılan Ebû Leheb, kız kardeşlerinin ısrârıyla Rasûlullâh’ın(sav) himâyesini üzerine almak zorunda kaldı. Ancak Ukbe b. Ebî Muayt ile Ebû Cehil onu tahrîk ederek karârından vazgeçirdiler. İşte böyle bir İslâm düşmanı olan Ukbe, Bedir savaşına katıldı ve orada öldürüldü.

Bu İslâm düşmanının kızı Ümmü Gülsüm, Mekke’de müslüman olarak Rasûlullâh’a(sav) bîat etmişti. Diğer müslümanlar gibi o da işkencelere mâruz kaldı. Başta babası olmak üzere müşriklerin ezâ ve cefâlarından nasîbini aldı. Dinden dönmesi için kendisine çok baskılar yapıldı. Fakat o bunların hiçbirine aldırış etmedi. İnancından aslâ dönmedi. Îmânından zerre kadar tâviz vermedi. Günler acı ve ıstırapla geçiyor, yıllar sıkıntılarla akıp gidiyordu. Peygamber Efendimiz Medîne’ye hicret etmişti. O’nun ayrılışıyla Mekke âdetâ boşalmıştı. Ümmü Gülsüm(r.anhâ) doğup büyüdüğü şehirde ailesinin içerisinde idi. Fakat bir müslüman olarak kendini yalnız hissediyordu. Bunun için o da hicret etmek istiyordu. Babası izin vermediğinden Mekke’de kalmıştı. Müslüman kardeşlerinden ve Rasûlullah’tan ayrı kalmanın ıstırâbıyla hayâtına devâm ediyordu. Sanki o, öz yurdunda gurbet hayâtı yaşıyordu. Bu ayrılığın bitmesi için Rabbimiz’e duā ediyor, hicret için fırsat kolluyordu. O, yedi yıl Rasûlullâh’a kavuşma hasretiyle yandı. Müslüman kardeşlerinden ayrı kalmanın acısını yedi yıl kalbine gömdü. Nihâyet Rabbimiz ona bir fırsat lutfetti. Her gün gittiği yere gidiyormuş gibi bir planla evden kaçtı.

Ümmü Gülsüm(r.anhâ) hicret mâcerâsını şöyle nakleder: “Mekke’den en son çıkış bölgesi olan Ten’im taraflarında kendimize āit bir bahçe vardı. Ev halkımızdan bāzısı da orada otururdu. Buraya sık sık gider, üç-dört gün kalır Mekke’ye dönerdim. Ailem benim oraya gitmeme mânî olmazdı. Buraya gidiş gelişi sıklaştırarak ev halkını alıştırdım. Artık Mekke’de durmak istemiyordum. Kendi kendime hicret etmeye karar verdim. Yolda karşılaşacağım sıkıntılara râzı oldum. Bir gün bahçeye gidiyor gibi yine Mekke’den çıktım. Yolun en son noktasına, şehrin çıkışına vardım. Orada bir adamla karşılaştım. Bana “sen nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu. Ben de “sen kimsin?” dedim. “Huzâa kabîlesindenim” diye cevap verdi. Bu kabîle Rasûlullah(as) ile antlaşma yaparak sadâkat göstermişti. Ona “ben Kureyşliyim, Medîne’ye gitmek istiyorum” dedim. O da “biz Huzâalılar, gidilecek yolu iyi biliriz” dedi. Bana yol kılavuzu olabileceğini söyledi ve devesini getirip benim önümde çöktürdü. Ben de deveye bindim. Huzâalı devenin yularını tutup öne düştü ve Medîne yoluna koyuldu.”3

Ümmü Gülsüm, Allah ve Rasûlü yolunda annesinden, babasından ve memleketinden ayrılıyordu. Bundan dolayı da hiç üzülmüyordu. Rasûlullah(sav) Efendimiz’e ve müslüman kardeşlerine kavuşmayı büyük bir saâdet biliyordu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medîne karşıdan göründü. Ümmü Gülsüm’ün gönlü sevinç içerisindeydi. Mekke’de geçen sıkıntılı günler geride kalmıştı. Allah Rasûlü’ne kavuşma heyecânı kalbini sarmış, içi içine sığmaz olmuştu. Selâmet içerisinde Medîne’ye ulaşmanın şükrü ile Rabbimize hamdediyor, yol rehberi Huzâalı’ya da duā ediyordu. “Allah o yoldaşı hayırla mükâfatlandırsın! Bir defa bile en ufak bir rahatsızlık verecek harekette bulunmadı. Huzâa kabîlesi ne güzel kabîledir!” diyordu. Ümmü Gülsüm, Medîne’ye girince mü’minlerin annesi Ümmü Seleme’ye(r.anhâ) misâfir oldu. O sırada Peygamber Efendimiz evde yoktu. Annemiz ona ikramda bulundu. Hâlini hatırını sordu. Onun sevincini paylaşmak üzere birlikte oturup sohbet etti. Fakat o endîşeli bir bekleyiş içinde görünüyordu. Hz. Ümmü Seleme, bu fedâkâr, îmanlı kardeşini rahatlatmak ve gönlündeki sıkıntı ve endîşeleri gidermek için ona “ey Ümmü Gülsüm! Sen, Allâh’a ve Rasûlü’ne hicret ettin değil mi?” dedi. O da “evet!” dedi. Fakat Ümmü Gülsüm rahat değildi, düşünceliydi. İçinde sakladığı bir derdi, tasası vardı. Bunu açıklamak için bir fırsat kolluyordu. Ümmü Seleme annemizin yakın ilgisinden cesâret alarak zihnini meşgûl eden, gönlünü sıkan korku ve endîşeyi şöyle açıkladı:

“Ey Ümmü Seleme! Hudeybiye antlaşması gereğince Mekke’den kaçıp Medîne’ye gelenler Mekkeliler’e geri veriliyor. Müslüman olarak Rasûlullâh’a sığınan Ebû Cendel ile Ebû Basîr iāde edilmişti. Efendimiz’in beni de geri çevirmesinden korkuyorum. Ey Ümmü Seleme! Kadınların hâli erkeklerinki gibi değildir. Mekke’den ayrılışımın üzerinden sekiz gün geçti. Şimdi onlar beni arayacaklardır. Bulamayınca da buralara kadar geleceklerdir” diyerek dert ve sıkıntısını dile getirdi. Ümmü Gülsüm bu endîşeler içerisinde heyecanlı bir şekilde beklerken Peygamber Efendimiz hāne-i saâdeti teşrif buyurdu. Ümmü Seleme annemiz durumu Efendimiz’e arzetti. Peygamber Efendimiz, bu fedâkâr hanımefendiye “hoş geldiniz” dedi. Ümmü Gülsüm, Peygamber Efendimiz’e heyecanlı heyecanlı Medîne’ye geliş mâcerâsını anlattı. Sözlerini içindeki endîşeyi de dile getirerek şöyle bitirdi: “Yâ Rasûlallah! Ben, dînim uğrunda hicret ederek sizin yanınıza geldim. Beni koruyun. Müşriklere geri vermeyin. Onlara iāde ederseniz, bana işkence ederler. Dînimden döndürmeye çalışırlar. Ben nihâyet bir kadınım. Bilirsiniz ki, kadınların hâli zayıfların hâline benzer.”4 diyerek derdini, sıkıntısını açıkladı. İki Cihan Güneşi Efendimiz dikkatle Ümmü Gülsüm’ü dinledi. Onu sevindirecek ve korkusunu giderecek bir üslûpla şöyle cevap verdi: “Yüce Allah muhakkak kadınlar hakkındaki ahdi bozar, hükümsüz bırakır.”5

Peygamber Efendimiz bu îmanlı ve fedâkâr hanımefendiyi söylediği bu sözleriyle rahatlattı. Rabbimiz de elçisinin isteğini tahakkuk ettirdi ve hanımların müşriklere geri verilemeyeceğini belirten âyet-i kerîmeyi gönderdi. Yeni nâzil olan bu ilâhî müjde “imtihân edilen kadın” mânâsına gelen Mümtehine sûresinin onuncu âyetiydi ve meâli şöyleydi:

“Ey îmân edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihân edin. Allah onların îmanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allâh’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sāhibidir.”6

Hz. Peygamber Efendimiz vahiy tamamlanınca bu müjdeli haberi Ümmü Gülsüm’e bildirdi. Artık bundan böyle müşriklerin arasından kaçıp gelen îmanlı hanımlar Mekke’ye geri verilmeyecekti. Efendimiz ilâhî emir gereğince onu ve daha sonraki hanımları soruşturdu ve şöyle buyurdu: “Allâh’a yemîn olsun ki siz, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi, bir de İslâmî vazîfeleri serbestçe yapabilmek için hicret etmiş bulunuyorsunuz. Yoksa ne koca ne de mal sebebiyle göç etmiş değilsiniz.”

Ümmü Gülsüm, rahat bir nefes almıştı. Sevincinden gönlü uçuyordu. Yüce Allâh’a hamdediyordu. Sevgili Peygamberimiz’e sevinç gözyaşlarıyla cevap veriyordu. Ama dünyâ imtihan dünyâsıydı; sıkıntılar bitmiyordu. Bütün bu olup biten işler, akıp giden hâdiseler arasında kardeşleri Velîd ve Umâre kızkardeşlerini alıp götürmek üzere Medîne’ye geldiler. Medîne’ye geldiklerinde Peygamber Efendimiz’i buldular. Hudeybiye antlaşması gereğince kendilerinden emîn olarak Efendimiz’e şöyle dediler: “Aramızdaki antlaşmaya göre kızkardeşimizi bize teslîm et!” Hz. Peygamber Efendimiz de onlara “Yüce Allah, o şartın hükmünü hanımlar hakkında bozdu.” dedi ve Ümmü Gülsüm’ü onlara teslîm etmedi. Velîd ve Umâre elleri boş olarak Mekke’ye döndüler. Bir müddet sonra annesi Ervâ da hicret edip Medîne’ye geldi. Ervâ hātun da Mekke’de Müslüman olan ve Hz. Peygamber Efendimiz’e bîat eden müslüman hanımlardandır.

Ümmü Gülsüm bâkireydi, henüz evlenmemişti. Medîne’de kalması kesinleşince sahâbenin ileri gelenlerinden Zübeyr b. Avvam, Zeyd b. Hârise ve Abdurrahman b. Avf kendisine evlenme teklîfinde bulundular. Ümmü Gülsüm, durumu anne bir kardeşi Hz. Osman(ra) ile istişâre etti. O da Peygamber Efendimiz’e sormayı tavsiye etti. Bu durum Peygamberimize arzedilince Ümmü Gülsüm’ün Zeyd b. Hârise ile evlenmesi uygun görüldü. Kısa zamanda sıcak yuvaları kuruldu. Hz. Zeyd ile Ümmü Gülsüm, mes’ûd bir hayat yaşadılar. Fakat mutlulukları uzun sürmedi. Çünkü kocası Zeyd, Mûte Savaşında şehîd düştü.

Ümmü Gülsüm, kadere rızā gösteren îmanlı bir hanımdı. Allah’tan gelen her şeye râzıydı. Kocasının şehîd olmasını sabır ve metânetle karşıladı. İddet müddetini bekledikten sonra Zübeyr b. Avvâm ile evlendi. Hayat sürprizlerle doluydu. Mutlu bir yuva devâm ederken birden aralarında bir geçimsizlik baş gösterdi. O sıcak yuva yaşanmaz bir hal aldı. Uzun sürmedi. Kısa bir müddet sonra boşanmak zorunda kaldılar. Hayat devâm etmekteydi. İnsan yalnız yaşayamazdı. Ümmü Gülsüm de bunun farkında idi. Abdurrahman b. Avf’tan gelen teklif üzere onunla evlendi. Ümmü Gülsüm, Peygamber Efendimiz’in sohbetinden istifâde eden bilgili, îmanlı bir hanımdı. Hakkında âyet-i kerîme nâzil olan bu hanım sahâbî’yi hiçbir zaman unutmayacağız inşâallah.

Dipnotlar

1 Buhārî, Cizye, 21.

2 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 393.

3 Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 629-630.

4 İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 231.

5 Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 631.

6 Mümtehine, 60/10.

Şubat 2025, sayfa no:  44-45-46-47

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak