Ara

İlâhî Aşka Köprü Kuran Kitap: “Mem û Zîn”

İlâhî Aşka Köprü Kuran Kitap: “Mem û Zîn”

Kürt meselesinin halli için siyâsî adımlar atılırken esâsen dindarlıklarıyla temâyüz etmiş bulunan Kürt kardeşlerimizin dil, târih ve edebiyatı yeni bir ilgiyi hak ediyor.

Edebiyat dersi kitaplarımızda Yunan, İngiliz, Fransız vs. edebiyatlarından bahsedildiği halde Kürt edebiyatından hiç bahsedilmeyişi mânidardır. Bu ülkenin milyonlarca Müslüman evlâdının bilip konuştuğu bir İslâm diliyle vücûda getirilmiş edebiyattan kat’-ı nazar edilmesi haksızlık olduğu kadar eserlerdeki mânevî mesajlardan mahrûmiyetimizi de berâberinde getirecektir. 

Bu bakımdan Şeyh Ahmed-i Hânî Kürt edebiyatının kurucu şahsiyeti olarak apayrı bir yerde durmaktadır. Onun Kürtçe’nin Kurmançi lehçesinde kaleme aldığı Mem u Zîn adlı mesnevîsi uzmanlarınca Leylâ ve Mecnûn veya Ferhat ile Şirin çapında bir eser kabûl edilmektedir. Yazılış târihi 1694 veya 1695 olan eserin dilimize Osmanlı döneminden itibâren defalarca tercüme edildiğini biliyoruz. 

Aşağıda Cizreli âlim M. Said Ramazan el-Bûtî tarafından mensur (düzyazı) olarak Arapça’ya, oradan da Abdülhadi Timurtaş tarafından Türkçe’ye yapılan tercümesi üzerinden Mem u Zîn’de vurgulanan aşkın dönüştürücü gücünü vurgulayacağız (Mem û Zin, Ağrı Valiliği, 2008). 

Burada aşkın dönüştürücü gücü veya Mavi Yayıncılık’ta yakında neşredilecek olan kitabımın ismiyle söylersem Aşkın Simyası’nı belirgin hâle getirmek için yola koyulacağız. 

Önce eserin müellifi Şeyh Ahmed-i Hânî’nin kim olduğunu öğrenelim.

Bir Nakşî Şeyhi olan Ahmed-i Hânî şâir, âlim ve mutasavvıftır. 1650 yılında doğmuş ve Osmanlı’nın Lale Devri’nin şafağında, 1707 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Kabri Doğu Bayazıt’ta, meşhur İshak Paşa Sarayı’nın üst kısmında bulunan Ahmed-i Hânî’nin; Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürtçe kaleme aldığı bir mülemmâsı, yāni her satırı ayrı bir dilde yazılmış manzûmesi hâricinde çocuklara îman esaslarını öğretmek üzere kaleme aldığı Akîde İmâne, yine çocuklara yönelik bir Arapça-Kürtçe sözlük olan Nûbihar ve Divanı ile aşağıda özetini sunacağımız Mem u Zîn adlı eserleri elimizdedir.

Mem u Zin muhtemelen Cizre bölgesinde kökleri asırlar öncesine kadar uzanan bir aşk hikâyesidir. Ancak yazılışındaki ana gāye, bildiğimiz mānâda aşktan İlâhî aşka kanat açan bir çift sevgilinin yaşadıkları dönüşümü olanca trajedisi ve görkemiyle okuruna aksettirmektir.

Eserde aslında iki aşk hikâyesi anlatılmaktadır. Mem ile Zîn’in kavuşamayışları ile sonuçlanan hikâye yanında Taceddin ile Sitti’nin kavuşmayla sonuçlanan parlak hikâyesi yan yana işlenmekte, bu bakımdan artı ve eksi kutuplarıyla aşkı bir bütün hâlinde dokumaktadır.

Eserin özetine geçmeden önce Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî’nin üç aşk tabakası arasında bir ayrım gözettiğini belirtmekte fayda vardır. Birinci tabaka tabiî aşktır; iki sevgilinin birbirlerinin cismine âşık olmasıdır. İkinci tabaka rûhânî aştır ki cismânî aşktan İlâhî aşka doğru yükselişi anlatır. Üçüncü tabakada ise artık cismânîliğin tamâmen ortadan kalktığı İlâhî aşk vardır. Bunları İbn Arabî hazretleri şöyle anlatır:

“İlâhî sevgiye tutulan âşık cisimsiz bir ruhtur. Tabiî sevgiye tutulan âşık ise ruhsuz bir cisimdir. Rûhânî sevgiye tutulan âşık ise hem cismi, hem de rûhu olan bir varlıktır.” 

Tabiî aşkta âşık, sevgilisini sâdece kendi nefsi için seviyordu. Kendisi vardı, O yoktu. İlâhî aşkta ise kendisi yoktur artık, sâdece O vardır. O’nun dışındakiler manzaradan silinmiştir. Rûhânî sevgi ise; sevgilisini hem onun için, hem kendi nefsi için sevme durumunu seven kişide bir araya getirdiği için daha karmaşık bir mahiyettedir.

Bu çerçeveden bakıldığında Mem u Zîn’de tabiî/mecâzî aşk ile başlayan iki çiftin hikâyesi anlatılır ama bunlardan birisi, yāni Sitti ile Taceddin’in aşkı rûhânî aşamada takılıp kalacak, Mem ile Zîn’in aşkları ise İlâhî aşk katına yükselecektir. O katta âşık ile ma’şuk manzaradan silinecek ve geriye sâdece O, yāni Allah kalacaktır.

Şimdi eserin bir özetini sunmaya çalışalım.

Cizre’de aşk

Mem u Zîn hikâyesi mîlâdî 14. asrın sonlarında bugün Şırnak’a bağlı bir ilçe olan Cizre’de geçmektedir. Zamânın Cizre emîri veya beği Zeyneddin bin Abdal’ın kız kardeşleri Sittî ve Zîn ile soylu bir aileden gelen Taceddin ve aralarından su sızmayan dostu Mem arasındaki aşk mâcerâsı anlatılır. Eserde arabulucu rolünü oynayan büyücü bir kadın ile sarayda görevli Bekir adlı bir erkek vardır, ki kötü adam rolünü üstlenmiştir.

Cizre Beği Zeyneddin uzaktan dev bir kule gibi görünen sarayında kız kardeşleriyle yaşamaktadır. 20 yaşından küçük olan kız kardeşleri Sitti ve Zîn çok güzeldir ve şöhretleri şehre hattâ diğer ülkelere kadar yayılmıştır. Ağabeyleri Zeyneddin de kıskanç mı kıskançtır. Kız kardeşlerini gözü gibi sakınmaktadır. 

Derken 1392 yılının 20 Mart yāni Nevruz günü bu iki kız kardeş bütün Cizre halkı gibi baharı karşılamak için kırlara çıkar. Yalnız ilginç bir âdetleri vardır. Nevruz ve benzeri kutlamalarda kadınlar erkek, erkekler de kadın kıyâfeti giyinebiliyordur. Bu bir nevî sürpriz ve şaka mahiyetindedir. 

Böylece erkek kıyafetine bürünen bu iki güzel kız Dicle kıyısında gezmeye çıkar. Gün boyu dolaşırlar. Tam güneş batacağı sırada iki kıza rast gelirler. Bu iki kız, erkek kıyâfeti giyinmiş bulunan Sitti ile Zîn’i görünce düşüp bayılırlar. İki prenses parmaklarındaki yüzükleri bayılanların parmaklarındakiyle değiştirdikten sonra vakit akşam olduğu için onları orada baygın bırakıp saraya döner.

Meğer kız kılığına girmiş olan iki delikanlı değil miymiş bayılanlar! Şâir burada dünyâ hayâtının yanılsamalarından ve kaderin karmaşıklığından dem vurmaktadır.

Ahmed-i Hânî’ye göre onları kalplerinden vuran “Bu aşk, maddî değerlerinin üzerinde ve erkek ile kadın olma gerçeğinden öte bir aşktı.” Aşk, erkek ve kadın kimliklerinin ötesinde bir gerçekliğin adıdır. Görünüşte erkek kılığında kadın ile kadın kılığında erkek şeklindeki sahte kimlikler aşkın mîzânında bir sapmaya sebep olmaz. Çünkü aşk aslında dünyevî çelişki ve sahteliklerin üstündedir.

Taceddin ile Mem kendilerine geldiklerinde bir süre başlarına gelenin ne olduğunu anlayamazlar. Yavaş yavaş fark ederler ki, gördükleri iki kişinin güzelliğine vurulmuşlardır. İşin garibi şudur ki, erkek kılığındaki kızlar ile kız kılığındaki erkeklerin mâkûs aşklarını söz konusu eder şâir. Aşkın saflığını ve tabiî, dünyevî çelişkiler boyutunun üzerinde rûhânî ve İlâhî aşka kilitlendiğini gösterecektir eserin sonunda.

Sarayda Hayzebun adında bir yaşlı dadı vardır sarayda. Kızların bir derdi olduğunu anlar. Sıkıştırır onları. Kızlar sonunda sevgilerini itirâf eder ve yüzükleri kendisine verirler, dadı da şehirde yüzüklerin sâhiplerini araştırmaya koyulur. Sonunda Taceddin ile Mem’i bulur. Tabiî kız zannettiklerinin erkek çıkması hem dadıyı, hem de prensesleri şaşırtır ve kızlar neden o iki ‘kızın’ kendilerini gördüklerinde bayıldıklarını ancak bu sûretle anlar.

Mesele şimdi netleşir. Terslikler düzelir ve aşk tabiî mecrâsına oturur. İki kız ile iki erkeğin klasik aşkı söz konusu olacaktır zannedilir ama sâdece zannedilir. Hikâye bundan sonra farklı bir mecrâda akmaya başlayacaktır.

Aşk ve zulüm

Dadıdan o iki gence gidip durumu açıklamalarını ister kızlar. Taceddin ile Mem’i tesellî etme görevini memnûniyetle yerine getirecektir dadı Hayzebun. Fakat şaşırma sırası oğlanlara gelmiştir. Şaşırma ve sevinç sırası demeliydik.

Derken Taceddin’in kardeşleri ona Cizre Beği’nin kız kardeşlerinden Sitti’yi istemeye gider. Bu evlilik gerçekleşirse Zin’i Mem için istemek ve onları evlendirmek daha kolay olacaktır diye düşündükleri için diğer âşıklardan Beğe bahsetmez, hele bu işi halledelim, sonrası kolay diye düşünürler.

Emir Zeyneddin kız kardeşini Taceddin’e memnûniyetle vereceğini söyler ve derhal düğünlerinin yapılmasını emreder. Muhteşem bir düğünle evlenen çiftin yanı başında bir mahzun çift daha vardır. Mem ile Zîn, sıranın kendilerine geleceği umûduyla düğünün havasına kapılmışlardır. İkisi de sevdiklerinin mutluluğunu görmekten memnundur ve kendilerine yol açılacağı ümîdi içindedir. Beğ, Mem’in dâmâdının yakını olduğunu bildiği için onu huzûruna çağırıp sağdıç tâyin eder. Düğünden sonra üç gün sarayda kalacak ve arkadaşına yardımcı ve destek olacaktır.

Mem de sıranın kendisine geleceği umûdu ve Zîn ile aynı sarayda kalmanın sevinciyle bu görevi büyük bir memnunlukla kabûl eder ve üç gün sarayda kalır. Beyin iltifâtını Zîn’in kendisine verileceğine yorar ve sevinir. Kendisi de can dostu gibi murâdına erecek gibidir ki olay tam tersine döner burada.

Hikâyedeki şerrin (kötülüğün) temsilcisi Bekir çıkar karşımıza. Dîvânın kâhyası olan bu zât cücedir ve “her türlü hîle ve pisliği içinde barındıran bir rûha sâhiptir”.

Taceddin, Bekir’i saraydan kovmak istemekte, Bekir ise ondan intikam almak peşinde koşmaktadır. Nitekim, Beğ’in kız kardeşi Zîn’i Taceddin’in arkadaşı Mem’e peşkeş edip evlendirme vaadinde bulunduğunu söyler. Beğ de kız kardeşinin dâmâdı tarafından izni olmadan başkasına peşkeş çekilmesine tepki gösterecek ve:

  • Ne? Taceddin, haberim olmadan kız kardeşimi biriyle evlendirmeyi mi vaat ediyor? Fakat atalarıma yemîn ediyorum ki bu uğurda sel gibi kan aksa da Zîn’i ona vermeyeceğim, diyecektir.

Sitti ile Taceddin muradlarına ermiş ama Mem ile Zîn ayrılık acısına duçar olmuştur. İkisinin de hayatları perîşan olmuştur. Zin dalgınlaşmış, odasından ağlama ve inleme seslerinden başkası duyulmaz olmuş, dalından koparılan bir çiçek gibi sararıp solmuştur. Nedîmeler ise onun ablasından ayrıldığı için üzüldüğünü sanmaktadır. Oysa “Aşk kalbe yerleşen bir sırdır, kınandıkça ortaya çıkar ve üzerindeki perde aralanır. Hele hele nasîhatte bulunan kişi muhâtabının çektiği acılardan uzak öğütler vermeye çalıştığı için onu daha çok yalnızlık duygularının içine iter.” 

Kendi kendine konuşan ve dertleşen biri hâline dönüşen zavallı Zin’e mukābil Mem kendisini bazen Dicle’nin sâhillerine atar, bazen de yüce dağların zirvesine. Önce nehirle dertleşir, sonra rüzgârla. Derdini tabiata anlatır. Gözleri morarıncaya kadar ağlar ve sonunda Dicle kıyısında tenha bir mağaraya sığınır. Ziyâretine gelen tek tük dostları hâriç kimseyle görüşmez. 

Bu arada Beğ bir av düzenler. Beğ’in uzaklaşmasının ardından Mem ile Zin sarayın bahçesinde tevâfuken buluşur ve çardakta otururlar. Tam bu sırada Beğ saraya döner ve onları göreceği sırada Mem, Zîn’i abasının altına saklar. Mem kendilerini bulan Taceddin’e Zîn’in saç örgülerinden birini gösterir. Beğ oraya gelmek üzeredir. Tehlike büyüktür. Taceddin’in aklına iki aşığı kurtarmak için bahçeyi ateşe vermek gelir. Kendisi için inşâ edilip döşenen sarayı yakar. O kargaşalıkta kimse iki sevgiliyi göremez.

Ölümden kurtulurlar. Ancak şimdilik.

Tabiî aşktan İlâhî aşka

İki umutsuz âşığın durumu dillere düşmüş ve şehre yayılmıştır.

Haber Bekir’e ulaşınca fırsat eline geçmiş olur. Beğ’e kız kardeşinin Mem ile aşk yaşadığını anlatır ve öfkeden deliye dönen efendisine Mem ile bir satranç maçı oynamasını tavsiye eder. Maçta yenilen, yenenin dilediğini yerine getirecektir. İlk iki oyunu kazanan Mem, üçüncü oyunda pencerede Zîn’i görünce kafası karışır, ardından beş oyunu peş peşe kaybeder ve Beğ’in dediğini yapmak zorunda kalır.

Zeyneddin Beğ ondan kalbinde olan sevgilinin ismini söylemesini ister. Bu şehrin prensesi olduğunu söyleyince Beğ bunun kız kardeşi olduğunu anlar ve muhafızlarına Mem’i zindana atmalarını emreder.

Yerin altındaki gün ışığı görmeyen zindana kapatılan Mem, Taceddin ile geçirdikleri mutlu demleri hatırlar. Eski bir kilimden başka bir şey bulunmayan zindanın zemini göz yaşlarıyla ıslanır. Çâresizliğin sınırına dayanır ve kendisine gören tek gözün Rabbine āit olduğunu fark eder. Merhamet diler O’ndan ve “Senin hak olan Zâtına yemîn ederim ki” der, “bundan sonra Senden başkasına sığınmayacağım.”

Bu andan sonra değişir, âdetâ yeni bir ruh girer içine. “Bugünden sonra dünyâ bana dönse dahî kapından ayrılmayacağım, sana secde etmekten vazgeçmeyeceğim” diyecektir. Mem insanları ve dünyâyı kaybetmiş ama Allâh’ı bulmuş, zindan kendisine mâbed olmuştur. Kurtuluş beklemektedir ama zindandan değil, beden kafesinden…

Böylece biri sarayda, diğeri zindanda ayrılık azâbından eriyip giden iki âşık İlâhî aşk seviyesine çıkmıştır.

Kardeşinin perîşan hâlini gözleriyle görünce pişmân olan Cizre beyi onlara haksızlık ettiğini idrâk edip pişmân olacaktır ama ne fayda! 

Zîn odasında baygın yatarken ağabeyi de yanı başındadır. Odasına giren hizmetçiler zindanda öldü zannedilen Mem’in ölmediği, bayıldığı müjdesini verirler. O zamâna kadar kan kustuktan sonra baygın yatan Zîn, sevgilisinin ismini duyunca birden ayılır ve şöyle der:

“Bugün rûhumuz kemâle erip olgunlaştı. Mem ile aramızdaki perdeler kaldırıldı. Evet, biraz sonra öleceğim ama hiçbir şey rûhumu Mem’e kavuşma nîmetinden mahrûm edemez.”

Ardından cenâzesinin düğün töreni gibi bir merâsimle kaldırılması için vasiyette bulunur. Ölüm bir son değil, aşkları artık İlâhî aşka inkılap etmiş iki sevgilinin O’na kavuşma vaktidir. Tıpkı Mevlânâ’nın, ölümü şeb-i arûs’a yāni düğün gecesine benzetmesi gibi. Mem’in öldüğünü zannettiği için onunla yan yana gömülmeyi vasiyet ederek sözlerini bitirir Zîn. 

Beğ pişmân olarak son bir ümitle Zîn’i adamlarıyla zindana gönderir. Mem belki de ölmemiştir. Kapı açılıp ışık tutulunca Mem’i namazlık olarak kullandığı kilimin üzerinde donmuş, hareketsiz bulurlar. Bir deri bir kemik kalmış, sîmâsı değişmiştir.

Komşu mahkûmlar ve gardiyanlar sabah namazından önce odasına bir nur girdiğini görmüşlerdir. Zîn yaklaşır, sevgilisinin üzerine kapanır. Mem o sırada kendine gelir. Sevgilisini görür ama görmemiştir sanki. Sevgilisine değil, kıbleye yönelir, secdeye kapanır. Bir müddet sonra başını secdeden kaldırır, yüzünü Zîn’e çevirir. Ona “Sen Rabbime götüren ne güzel bir rehbersin” der. İki sevgili “Sen rûhumun çırasısın-Sen gönlümün nûrusun” minvâlinde kısa cümlelerle konuşurlar bir müddet. 

Mem ballar balını bulur

Bu sırada araya giren Sittî, Mem’e Beğ’in kendilerini sarayda beklediğini söyler. Düğünlerini yapacaktır. “Hayır” der Mem, “hiçbir beğe gitmem. Hiçbir sultan ve vezirin kapısında durmam.” O ballar balını bulmuştur bir kere. Peteği ne yapsın!

“Biz efendilerin ve kölelerin efendisi olan yüce Rabbin kapısına gittik. O kırılmış kalplerin sâhibi ve hüzünlü nefislerin dostudur. Bereketli lütfuyla bizim nikâhımızı kıydı ve düğünümüzü huzûrunda yaptı. Biz kalplerimizin sâhibi ve ruhlarımızın yaratıcısından başka kimseye el uzatmayız. O çektiğimiz kederleri unutturacak ve acımızı giderecektir. Mevlâm, o büyük buluşma gününü ne kadar da özledim.”

Bunlar son sözü olur Mem’in. Rûhunu teslîm eder oracıkta. Onun öldüğünü gören Zin de yere yığılır. Bayılmıştır ama öldü sanılır.

İki sevgilinin öldüğüne dâir kara haber Cizre’ye yayılır. Taceddin yılanın başı olan Bekir’i öldürdükten sonra zindana koşup arkadaşını görmek ister. Öfkesinden deliye döner, önüne gelene saldırır. Beğ de onu yakalatıp hapse attırır.

Ertesi gün Mem’in cenâzesi kaldırılır. Görülmemiş bir kalabalık toplanmıştır. Yasa bürünen şehirde siyah renkten başkası görülmemektedir. Ağlaşan ağlaşanadır.

Bu sırada Zîn çıkar ortaya ve defnedilen Mem’in mezarına kapanıp ağlar. Öylece kalır. Rûhunu teslîm etmiştir. Onun da cenâzesi getirilip aynı mezara defnedilir. Bekir’i de onların ayak ucuna defnederler. Bunu Zîn istemiştir. Onu düşman olarak görmemiştir. İlâhî aşka yükselişlerinin, aşklarının saf olması için görevlendirilmiştir çünkü. O âhirette bekçileri olacaktır. Zıtlıklar bu dünyâya mahsustur çünkü.

Hikâye şu yakarışla noktalanır:

“Ey Rabbim! Aramıza konulan şu hayâl perdelerini gözlerimin önünden çek ki Seni göreyim. Aklımın üzerindeki dünyâ örtüsünü ve sarhoşluğunu kaldır ki onu yürüten, ona hayat veren azametine yol bulayım. Ebedî cemâlinin sûretlerini önümden kaldır ki dünyâyı aydınlatan zâtının cemâlini göreyim. Artık atmaz olduğunda kalbimi ebedî cemâlin, büyük sırrın aşkından, ona bağlanmaktan mahrûm etme.”

Ahmed-i Hânî kalemini hokkaya bırakırken bize İbn Arabî’nin eriştiği aşk düzeyini hatırlamak düşecektir:

“Vallâhi ben sevgide öyle bir şey buluyorum ki, hayâlimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar yerinden kalkar yürürdü. İşte ben böyle bir sevgiyi yaşadım. Allah o sevgiyi mîrâs alanlardan bana öyle bir güç, öyle bir kuvvet verdi ki, o, âşıkların özüdür. Ben o güç içinde, kendimde öyle şaşırtıcı haller gördüm ki hiçbir kelime onu tasvîr edemez.”

Bu arı hakîkat ancak hikâye formunda anlatılabilirdi ki bundan 330 yıl önce Ahmed-i Hânî’nin kalemi de bunu denemiştir. O hakîkat ancak bizzat yaşanırsa hakkıyla anlaşılabilir çünkü.

Mart 2025, sayfa no: 62-63-64-65-66-67

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak