Ara

Asırlar Sonra İki Denizin Buluşması: Mevlânâ ve İkbâl

Asırlar Sonra İki Denizin Buluşması: Mevlânâ ve İkbâl

Her yıl Aralık ayının on yedisinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “şeb-i arûs” adını verdiği ‘sevgiliye kavuşma’ yıldönümleri düzenlenir Konya’da. İhtifâller, anma toplantıları ve semâ gösterileri yerli ve yabancı turistleri cezbetmeye devâm eder. O hafta, Mevlânâ’nın asırların zırhını delip geçen diriltici râyihasının soluk da olsa teneffüs edildiği etkileyici bir zaman dilimine tekābül eder.

Derinliğine bakıldığında Pakistanlı şâir Muhammed İkbâl'in nesri ile nazmı arasında bâriz bir tavır farkının bulunduğu fark edilecektir.

Düşünce yazılarında meseleleri soğukkanlılıkla çözümleyen İkbâl şiirlerinde akla karşı kalbi öne çıkaran, aşk ve ilhâma kapılarını sonuna kadar açan bir ârif edâsına bürünüverir. Böylece bir taraftan aklî düşünceyi temellendirirken, diğer tarafından onun insanlığı bugün içerisine düşürdüğü rûhî buhrâna dikkat çekmekte ve karşısına tasavvufun kavramlarını yeni anlam yapıları hâlinde birer ikişer inşâ etmektedir. Tıpkı tasavvuf literatüründe yüzyıllardır kullanılagelen "benlik" (hodi) ve “benlikten geçme" (bihodi) kavramlarını klasik anlam kalıplarından sıyırarak yepyeni ve sosyal bir yoruma tâbi tuttuğu gibi.

Nitekim bir şiirinde,

Benliğini o kadar yükselt ki, takdirden önce

Allah kuluna sorsun: "İsteğin nedir?"

demesi bundandır.

Benlik (hodi) İkbâl’e göre Kur’ân-ı Kerîm’de ferdî sorumluluk açısından ele alınmakta, insana ağır bir emânetin teslim edildiği buyurulmaktadır (Ahzab, 72). 'Emânet' kelimesinin Kur’ân'da akıl ve düşünme sorumluluğu anlamında kullanıldığına kānîdir İkbâl. Lâkin hemen ardından benliği, “benlikten geçme” (bihodi) düşüncesine bağlayacaktır.

Bihodi kavramı Muhammed İkbâl’e göre benliği silip yok etmek ve İlâhî Benlik'in karşısında tamâmen erimek anlamında değildir sâdece, Benlik, diğer benliklerin içinde o derece eriyecektir ki, toplum ādetâ birçok benliğin birleştiği tek bir benlik hâline gelecek, tek bir varlık gibi işleyecektir:

"O (benlik), kendi yalnızlığından dışarı çıkıp hârice ayak bastığında gönlünde O yaşamaya başlar. Ben erir Sen olur."

Toplumla kaynaşan ferd, bu sûretle birdenbire genişleyecek ve o 'bütün' içerisinde bir damladan ibâret bulunduğunu fark edecektir:

"Cemiyet içinde kendini yok eden ferd, deryâlar kadar genişlemek isteyen bir damlaya benzer.”

Muhammed İkbâl'in felsefeye yönelttiği eleştirinin odağında da 'toplumsallık' (içtimâîlik) kriteri yatmaktadır. Felsefeyi öncelikle pratik bir fayda sunmadığı veya bu faydayı tek yönde, yāni maddî yönde geliştirdiğinden dolayı eleştirmektedir. Tek yanlı, dar aklî felsefenin ürünü olan materyalist Batı medeniyetinin en büyük yanılgısı aşkı ve kalbi ihmâl etmesidir.

Batı aşk ve kalb güneşini kaybetmiştir. Şimdi fırsat güneşi, henüz aşkı içlerinde muhâfaza eden Müslümanlar için doğmaktadır. Bu da ancak aşk ile aklın, kafa ile gönlün terkîbiyle mümkün olacaktır. Bu iki gücün birleşmesi iledir ki sağlıklı ve kâmil bir dünyâ kavrayışına ulaşılabilir ancak. Nitekim şöyle diyecektir şâir:

"Kalbin kanıyla yazılmayan bir felsefe, ölüdür."

Felsefe, aşktan ve hayattan kopuk akıl yürütmeleri ile insanlığın önüne bir düstur koyamaz, bir yaşama tarzı teklîf edemez çünkü.

İnsanlık şunu bilmeni istemektedir: Onun hayâtını nasıl düzeltecek ve şahsiyetini nasıl ölümsüzlüğe kavuşturacaksın?

İnsanoğlu hayâtına düstûr istiyor, kararlılık bekliyor. Oysa felsefe ona yardım edemediği gibi, üstelik onu bir de karanlığa yuvarlamaktadır.

Bu tıkanıklık ve kararsızlığın ancak dinle aşılabileceğini ileri sürerek dînî bir düşünceye yönelir Muhammed İkbâl ve eleştirilerini şu sözlerle noktalar:

"Ne zamâna kadar Ebû Ali'yi (İbn Sînâ’yı) taklît edeceksin? Yolunu şaşırdığında Kureyşli kılavuz (Resûlullah) (sav) senin için Buharalı kılavuzdan (İbn Sînâ) daha hayırlıdır."

Muhammed İkbâl'in anladığı anlamda felsefe, hem aklı, hem de kalbi doyuracak, insanın dünyâdaki varoluşunu anlamlı kılacak, hikmet-i vücûduyla, dünyâdaki varoluşuyla ilgili sorularını cevaplayacak, nereden gelip nereye gittiğini açıklayacak geniş kapsamlı bir dünyâ görüşüdür ki kendisi bu dünyâ görüşünün, insanın bütün veçhelerine birden hitâb eden İslâm olduğu kanâatindedir. Zîrâ sâdece İslâm’dır ki, ferdiyet ve benliği yücelterek gerçek özgürlüğü, deyim yerindeyse 'özgürlüğün rûhunu' yeşerten bir karaktere sâhiptir.

Bu, “aşkın tutuşturduğu tefekkürdür” ki İslâm’a mahsus bir dinamizmi temsîl eder.

“Kıyâmet ol ki kıyâmeti anlayasın!”

Bu noktada Mevlânâ hazretleri ile kendisine Pakistan’da “Asrın Mevlânâ’sı” unvânı verilen şâir ve mütefekkir Muhammed İkbâl’in onu nasıl yeniden yorumladığı husûsu üzerinde durmak istiyorum.

Bir büyük şâirin asırlar önce yaşamış başka bir büyük şâirle ruh temâsı kurması ve onu temessül edip mısrâlarında ādetâ yeniden konuşturması edebiyat târihinde nâdiren rastlanan hâdiselerdendir. Aşağıda görüleceği üzere 1938 yılında vefât eden Muhammed İkbâl, 1207 yılında sevgilisine kavuşmuş olan Hazret-i Mevlânâ’yı yalnız anlamakla kalmamış, ādetâ onun ruhunun çeperlerine nüfûz ederek onu bambaşka bir çağda yeniden konuşturmayı bilmiştir. O çağ ki, materyalizm ve pozitivizm gibi ilhadcı akımlar tarafından insanını mâneviyattan koparmakla övünmektedir.

Mevlânâ hazretleri yaşadığı dönemde Moğol akınları karşısında maddî olarak târumâr olmuş bir toplumu nasıl mânevî yoldan diriltmeğe memur edilmişse, Muhammed İkbâl de kendi şiirlerinde hem Hindistan Müslümanlarına, hem İslâm âlemine, aynı zamanda da insanlığa hitâb eden şiirlerle çağının Mevlânâ’sı olma yolunda emek harcamış ve bu yolda Mevlânâ’nın hakîkî bir mürîdi olarak hizmet vermeye adamıştır kendisini.

Mevlânâ hazretleri ile Muhammed İkbâl’in karşılaştırılması daha önce Şerifül-Hasan, N. Ahmed Asrar, Khalifa Abdul Hakim, Muhammed İkbâl’in oğlu Câvid İkbâl ve bizden de Ali Nihad Tarlan1 ve Abdülkadir Karahan tarafından çeşitli boyutlarıyla ele alınmış, Batı dünyâsından ise Annemarie Schimmell, Muhammed İkbâl’den yaptığı Câvidnâme tercümesinde her iki şâir arasındaki bu ruh yakınlığına atıflarda bulunmuştur.

Vefat târihleri arasında yedi buçuk asra yakın fark bulunan bu iki büyük şâir özellikle Hind yarı kıtasında, Pakistan’da aydınlar tarafından sık sık karşılaştırılmakta ve haklarında ilginç makāle ve kitaplar kaleme alınmaktadır.2 Bunların bir kısmı farklı vesîlelerle Türkçe’ye de tercüme edilmiş ve nihâyet Konya’da Mevlânâ türbesinin caddeye bakan tarafında Muhammed İkbâl’in bir makāmı yaptırılmış, böylece iki şâir arasındaki kurbiyet bir kitâbeyle kalıcı hâle getirilmiştir.

Aslında ayrı bir yazı hâlinde ele alınması ve varsa yenilerinin de hesâba katılarak asırlar boyunca süren bir ruh akrabâlığının izlerinin adım adım tâkip edilmesinin edebiyat ve kültür dünyâmıza önemli katkıları olacağına inanıyorum. Bu arada belirteyim ki, 1950’lerden itibâren Mevlânâ ve İkbâl’i karşılaştıran bu tür makālelerden bir derleme hazırlığı içindeyim. Cenâb-ı Allah nasip ederse bir gün irfan dünyâsına kazandıracağım.

Mevlânâ’ya Fransız Kalmak

Fransız oryantalisti Clément Huart 1897 yılında Konya’yı ziyâret etmiş, ardından Türkçe’ye Mevlevîler Beldesi Konya adıyla çevrilen eserini Paris’te yayımlamış, hızını alamayıp Mevlânâ’nın huzuruna ‘gelen’ hemen herkesin onun ateşinden kurtulmaklığı pek mümkün olmadığından Ahmed Eflâkî’nin meşhur kitabı Menâkıbu'l-Ârifîn’ini de Fransızca’ya tercüme etmiştir.

İşe bakın ki bu tercümeler o yıllarda Academie Français üyesi olan ve Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemâl Beyatlı neslinin yazılarında sık sık kendisine atıflarda bulunulan Fransız yazar Maurice Barrés’in dikkatini çekmiştir. Derken Barrés de Mevlânâ’nın câzibe sahasına kendini kaptırmakta gecikmez ve o da 1919 yılında Konya’nın yolunu tutar. Mevlânâ Âsitânesi’nin yer aldığı Konya’da bir süre kalıp Mevlânâ ve Mevlevîlik hakkında topladığı bir bilgi yığını ile memleketine dönen Maurice Barrés, dört yıl sonra Une enquéte aux pays du Levant adıyla iki cilt hâlinde yayımladığı kitabında Konya’daki gezisinden derlediği bilgileri aktarmıştır Fransız okuruna.

İşte o kitaptan Maurice Barrés’in Mevlânâ’nın huzûrunda iken söylediklerinden birkaç satırı berâberce okuyalım:

“Yerimde duramıyordum... Bir an önce Mevlânâ Dergâhı’nı, semâhâne ve türbesini ziyâret etmek, onun İlâhî vecdini yaşamak, şiirlerini, nağmelerini duymak istiyordum. O öyle bir şâirdir ki, âhenkdâr, âteşîn ve hamlelidir. O öyle bir dehâdır ki (mısrâlarından) ıtır, nur ve biraz da garâbet dökülür. Onun raksını, mûsikî ile dolu şiirini ve dervişlerini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik taraflarını fark ettim... Ah ben ne kadar mes’ûdum.”

 

Ali Nihad Tarlan hoca, Fransız yazarın bu oryantal tahassüslerine aldanmamak gerektiğinin bilincindedir. “Maalesef” der, “Barrés Mevlânâ’nın o kadar sathî taraflarını kavramıştır ki... Mevlânâ’yı sâdece raks ve mûsikî sanıyor.” Ve şu cümleyi ekler sözlerine: “Mevlânâ’yı anlamak çok güç!”

Kan Yerine Ateş

Oysa Prof. Tarlan’a göre İkbâl’in Mevlânâ’ya getirdiği yorum, bir ruh ülfetinin bütün derinlik ve genişlikleri içinde kulaç atan bir adamın hâline benzer. İkisi arasında satıhta bir yan yana gelişten doğan yakınlıktan çok daha fazla, simyevî bir dönüşümün unsurlarını hatırlamak gerekir. Aşk simyâcısı Mevlânâ, İkbâl’in sıradan toprağından bir iksir çıkartmayı başarmıştır. “Bir toz kadar değersiz olan bende” der Muhammed İkbâl, “ne tecellîler gösterdi. Çöl toprağından bir zerre, güneş ışığını zapt etmek için yola çıktı. Bir dalgayım ki parlak bir inci vücûda getirmek için onun denizine yerleşiyorum.”

Şiirlerinde ve şâheseri Câvidnâme’sinde çıktığı meta-kozmik yolculuğunda Dante’nin Virgil’ine benzer şekilde Mevlânâ ile yol almayı tercîh etmesi, kendi damarlarında tıpkı Mevlânâ’nın damarlarında olduğu gibi kan yerine ateş dolaştığını ifâde etmesi ve Mevlânâ’nın rûhunun bir güneş gibi dağların arkasından karanlığı parçalayarak doğuşunu tasvîr ettiği ihtişamlı mısrâlar, hepsi, hepsi yedi asırlık uzun mu uzun bir zaman aralığının bile iki akrabâ rûhun buluşmasına, kaynaşmasına ve ādetâ bir şeyh-mürîd râbıtası kurmasına engel olamamıştı.

Nitekim Muhammed İkbâl, üstâdı Mevlânâ’ya şöyle sorar:

“Kıyâmet nedir, bana anlatır mısın?”

Soru üzerine Mevlânâ’nın ağzından bir alev ıslığına dönüşen aşağıdaki kelimeler dökülüverir:

“Kıyâmet ol ki, Kıyâmeti anlayasın.”

 

Maurice Barrés’in niçin satıhta oyalandığının açıklaması, Mevlânâ’nın İkbâl’in ağzından söylediği yukarıdaki sözlerden daha yakıcı bir şekilde nasıl anlatılabilir ki?

Zâten bütün meselemiz ruhlarımızda “kıyâmeti” koparmadan “kıyâmet” hakkında ileri geri konuşmamızda düğümlenmiyor mu?

Dipnotlar

1 Ali Nihad Tarlan, Mevlânâ, Hareket Yayınları, İstanbul, 1974.

2 Tek bir örnek zikretmekle yetinelim: Dr. Khalifa Abdul Hakim, “Rumi, Nietzsche and Iqbal”, in Iqbal as a Thinker (Eight Essays), Ashraf Publication. Lahor, 1966, s. 130-206.

Şubat 2025, sayfa no: 48-49-50-51-52

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak