Ara

Devrinin Râbia’sı Meryem Anamız

Eğer evliyâyı sıralasam, en başa Dişçi Mehmet Lekesiz’i (Dişçi Baba) yazarım derdi Tahir Hocamız. Biz de sâliha hanımları kaydedecek olsak Meryem vâlidemizi ilk sıraya koruz. İsmi, Hz. İsâ’nın (as) anası Hz. Meryem anamızın ismi olması hasebiyle, edeben de ona benziyor. Tahrim sûresinde nâmusunu koruyan, dînine saygılı, ibâdette kâim, Rabbimizden bir lütuf olarak bahsedilir. Anamız, kendisine dokunan bir erkek parmağının izini yıllarca unutamaz. Üstâzımız, annenizi çağırın der. Dâvet için sırt tarafından hafifçe dokunulur. Gençliğinde azami setre, örtünmeye dikkat ettiği gibi, yaşlılığında da riâyet ederdi. Kapısını çalmadan girenlere, evin halkından da olsa râzı olmazdı. Ağız kısmı örtülü olurdu. Vücud hatları hiç belli olmazdı. Evimizin karşısında oturan bir amca Üstâzımıza, “Efendim, Meryem anam evinizde yok mu?” der. Sesini duyan yoktur. İlk dönemlerde evimiz müsâid olmadığı için, odanın ortasına bir perde çekilirdi. Erkekler önde, kadınlar perdenin gerisinde otururlardı. Anamız diz üstü, eller tahiyyatta oturur gibi bir vaziyet alır, huzurla dinlerdi sohbeti. Normal hâllerinde de, eller dizlerinin üzerindeydi. Onun ciddiyetinden, görenler ürpererek saygı duyardı. Girdiği mekân Cennet yurdu olurdu. Bu mekânda Anamız var dense, herkes huzurla dolardı. Konuşmadan, görüntüsü islaha vesîle olurdu. Hizmet için koşanlara, Üstâzımız, “Anneniz gelsin” buyururdu. Yolculuklarında, Mûsâ (as)'a Hızır (as) dostluğu gibi refikti. Gam ve kederle dolanların, onu görmesi kâfi idi. İslâmî esaslarda çok kavî olduğu için tavizsizdi. Onun ikaz mâhiyetindeki sözleri, kaymağın üzerinde bal gibiydi. Her yerinden kerâmet akardı. İlerde olacak hâlleri, biiznillâhi Teâlâ çok önceden haber verirdi. İnsan sarrafıydı. Gönlü bir kimseyi tutmazsa, ondan pek hayır gelmezdi. İslâmî siyaset ondaydı. Okumamış ama, İlâhî ilim, gönlüne nûr olarak düşmüştü. İnsanların hayırsızını idâre edip gönderme melekesine sâhipti. Tesbihi, boyun ve kafasında bambaşka güzellikteydi. Boynunda Cennet gerdanı, başında Cennet tacıydı. Hâl ehli insanlar, “biz anamızla velîler gülzârında gezeriz” derlerdi. Duâsı makbûldü. Bir seher duâsına şâhid olan Üstâzımız, “ananız duâ etti, kabul olur” buyurdu. Gönlünü kıranlardan felah bulan yoktur. Sanki bir ultrasonografiydi. “Ana nasılsın?” deyip kapıdan odasına girenleri, çok iyi anlardı. İnsanı kalbinin derinliklerindeki düşüncelerine kadar tahlil ederdi. Sahi idi. Cömertliğine diyecek yoktu. Aile fertlerine kıymetli takılar, onun dolabından çıkardı. Torununa hazırladığı altın bilezikteki inceliği, vefâtından sonra görünce, hep ağladık. “Bilemedik seni, devrinin Râbia’sı” dedik. Cepleri, çantaları ikrâm için şekerle doluydu. Cuma geceleri en az yedi fakire, şeker çay, makarna un dağıtırdı. Huzuruna gelenlere verdiği takke tesbih, yüzük, mendil, çocuklara boncuk bileziğin adedi belirsizdir. Seher öten bülbüldü. Ama o, gecenin ilk saatlerinde Hak Teâlâ'nın ma'rifet ağacında şakıyordu. Seccâdesi üzerinde, rahmet deryâsına akıyordu. Gözleri âdeta Arş-ı A’lâ’ya bakıyordu. Herhalde namazı vaktinde kılanların başında gelenlerdendi. Namazını vs. taatlerini rûhuyla yapanlardandı. Sırrındaki esrârı anlayanlar pek azdı. Gıybet, dedikodu, isyan olan mahalden kaçınmasıyla kendisini mihrâba hapseden Meryem Vâlidemize benziyordu. Bu sebeple de gönlüne nimetler indiği gibi, evini barkını da nimet yağıyordu. Belâ dafiası, bereket teknesiydi. Küçük bir çömlekteki yağı, “Benim elim değil Fâtımâ annemizin eli” diyerek üç buçuk sene kullanır, arta kalanı da satarak evin geçimini sağlar. Bereketi noksanlaştıran isyandır der, herkesi intibâha dâvet ederdi. Zümrüt ve yâkutun alıcısı az olduğu gibi Meryem anamızın da gönlündeki pazardan alışveriş edenler gâyet azdı. Ender olan bu tâife, hayatından sonra da tattı bu lezzeti. Kabrindeki nûru görüp kendinden geçenler az değildir. Ne büyük bir lütuf ki, hem kocası hem de Üztâzı olan Hacı Hasan Efendimiz'in (ks) ayakucuna defnolundu. Ne bahtiyar bir anne ki, başında bir fidan, iki ayaklarının ucunda fidan, sanki Cennetteki Tuğba ağacını andırıyor. İnsan, kabirden ürperir ama onun kabri “Bana da böyle bir mekân nasîb olur mu acep” dedirtiyordu insana. İğneden ipliğe her şeyi düzgün olan anamızın kabrinin toprağında, yapısındaki taşlarda bile intizam vardı. Âdeta ağuşunu açık duran bir Peygamber (sav) vardı. Bütün melâike ile önlerinde Aleyhisselâtu Vesselam Efendimiz “Hoş geldin” diyordu. Üstazımızla kol kola girmiş beraber lütfa eriyordu. Çünkü o, Efendimiz’e (sav) yakınlığını son demlerinde açığa vuruyordu. “Beni huzûruna almayacak mısın Yâ Resûllâh?” diyordu. Mevlâ’ya götüren yola ve Hakk Teâlâ’ya ne kadar âşıkmış ki, “Allah Adın uludur, Emrin tutan kuludur, Mü’minlerin yoludur, Allah Allah diyelim. Bazen de, tarikatın yoludur” diye tekrarladığı nameler dilinden hiç düşmezdi. Edeb ve hayâda seçkin bir anaydı. Soyu ve devâm eden nesli Tevhid inancında kavî’ydi. Çoluğunu çocuğunu, dünyevî bütün varlığını Allah Teâlâ’ya adayan seçkin bir kuldu. İns ve cin şeytanları ondan uzaktı. Çünkü himâyesine girdiği Peygamberân-ı izam ve pirân-ı izamdı. Rükû ve secdeye kapana kapana eli yüzü âdeta arşa ışık tutuyordu. Dünyâ ve âhiretin şerefli bir hâtunuydu. Bütün analarımız Meryem, kızlarımız Fâtımâ olsun.

Alemdar-Ali Ramazan Dinç Efendi

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak