İmam Şâfiî; “Kendini hak ile meşgûl etmezsen, bâtıl seni işgāl eder.” hikmetiyle bizleri uyarıyor.
Ne kadar tefekkür edersek, Allah o kadar Kendi yakınlığını göstermeyi murâd edecektir. Böylece kurbiyet âlemleri açılacak ve Hakk’a doğru gitmek mümkün olacaktır.
İslâm âleminde müslümanların tefekkür etmeye ihtiyâcı hiçbir zaman bu kadar çok olmamıştır. Abdülkādir Geylânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir işi tefekkür eder ve onun sebeplerini ararsa, onun her bir kısmının kendine āit birçok parçası olduğunu görür ve anlar ki bunların her biri de diğer birçok şeyin sebebidir. İşte bu, bir yıllık ibâdete değer bir tefekkürdür. Kim ibâdetlerini tefekkür eder, sebeplerini arar ve onları bilir hâle gelirse, işte bu yetmiş yıllık ibâdet kıymetindedir. Kim de ilâhî hikmetleri Allâh’ı bilmek için tefekkür ederse bu tefekkür yetmiş bin yıllık ibâdete denktir, zîrâ bu, hakîkî ilimdir.”
Kurân-ı Kerîm’de, “Eğer Allâh'ın kelimelerini yazmak üzere, dünyâdaki bütün ağaçlar kalem olsaydı ve denizlere de yedi deniz daha katılıp bütün onlar da mürekkep olsaydı, bunlar tükenir yine de Allâh’ın sözleri tükenmezdi.” (Lokmân, 27.) buyurulmaktadır. Allah yetmiş bin dalı olan bir ağaç yaratmıştır ve bu ağacın her bir dalı yetmiş sene Hakîkat-ı Muhammedî’yi tefekkür etmiştir. Peygamber Efendimiz(sav); “Bir saat tefekkür, yetmiş yıllık nâfile ibâdetten evlâdır.” buyurmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in ve iki cihan güneşi Efendimiz’in(sav) hayâtının tefekkür edilmesi damarlarımızdaki kan kadar önemlidir. Muhyiddîn İbn Arabî şöyle buyurmaktadır: “Onun ümmetinin, O’nun devr-i saâdetinde yaşamamış üyelerinden birisi, Hazret-i Muhammed aleyh-is-salât-ü-vesselâm’ı görmek isterse Kur’ân’a baksın. Kur’ân’a bakmakla, Allâh’ın Elçisi’ni görmek arasında bir fark yoktur. Sanki Kur’ân kendisine, Muhammed İbn Abdullah İbn Abdülmuttalib adında bir beden giymiştir." Hazret-i Peygamber’in(sav) Kelâmullâh ile bu kadar özdeşleşmesi, Hazret-i Âişe’nin yukarıda nakledilen, Hazret-i Muhammed aleyh-is-salât-ü-vesselâm’ın ahlâkı kendisine sorulduğunda verdiği cevaptadır: "Onun ahlâkı Kur’ân idi.”
Tefekkürsüz, Kur’ân-ı Kerîm’e karşı kör oluruz. Kur’ân-ı Kerîm baştan sona nurdur. Hakîkat kalemine yazdıran Allâh’ın nûrudur, hikmetleri ifşâ eden bir nurdur. Allâh’ın hidâyet nûru vahy-i ilâhî’den fevc fevc yayılmaktadır. Kur’ân, yaratılışın özüne, kaynağına ışık tutmaktadır. O, Allâh’ın yaratışının ardındaki gizemleri, hikmetleri ifşâ eden bir nurdur. Hakk Teālâ Hazretleri; “Doğrusu size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide, 15.) buyurmaktadır.
Kur’ân’a doğru bir şekilde yaklaşmak için, mü’min kalplerine pencere açmalı ve ilâhî vahyi oradan okumalı. Hz. Mevlânâ’nın kelâm-ı mübârekleri ile: “Can pencerem zevk ve şevkle açıktır. Allâh’ın lütfu oraya vâsıtasız gelir. Allâh’ın lütfu, rahmeti, nûru, mādenimden, hakîkatimden gelir, penceremden evime girer. Penceresi olmayan bir ev cehennemdir. Ey kul, dînin aslı pencere açmaktır.”
Kur'ân kalbe kalbin dilini konuşur. Kalbin dili harfsiz ve sessiz anlaşılır; o kalbin sessizliğinin konuşmasıdır. Muhyiddîn ibni Arabî bir insanın kalbine vahyin inmesini şöyle anlatır: “Müfessirlerin rivâyet ettiğine göre Kur'ân bir bütün olarak dünyâ semâsına inmiştir ve oradan da bir yıldız yağmuru hâlinde Hz. Muhammed'in kalbine vahyolunmuştur. O iniş Kur'ân gizli ve açık okunduğu sürece devâm edecektir. Kulun açısından bakacak olursak Kadir gecesi onun, temizlendikten sonra kendi nefsindedir. Netîcesi ümmî olan temizlik. Ümmî genelde okuma yazma bilmeyen diye tercüme edilir, halbuki Kur'ân ümmîyi şöyle târif etmektedir; annesi onu doğurduğu zamanki gibi bir insan.”
Fâtiha sûresiyle, yaratılmışlara bahşedilmiş en yüksek tarzda Yaratıcı’ya niyâz edebilme imkânına mazhar olmuşuzdur. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi onun, ilâhî hakîkatlere açılan kapısı gibidir. Ona “Kur’ân’ı fetheden”, “Kur’ân’ın anası” ve “Kitâb’ın anası” da denmiştir. Fâtiha sûresine sık okunan yedi âyet anlamında Kur’ân-ı Kerîm’de “seb’u’l-mesânî” denir: “Celâlim hakkı için, sana (namazın her rek'atında) tekrarlanan yedi (âyeti, Fâtiha)yı ve yüce Kur'ân'ı verdik.” (Hicr, 87.)
Fâtiha sûresi bütün kelâmların incisidir. Ondan daha fazla yüklü bir kelâm veya âyet yoktur. Hakk Teālâ hazretlerine niyâz etmek için Fâtiha’dan daha yüksek daha kuvvetli daha derin bir ifâde yoktur. Bu sûre-i şerîfenin yedi âyeti Kur'ân-ı Kerîm'in bütün mânâsını ihtivâ ederken, bütün mevcûdâtı ve bizim ne olduğumuzu da özetle beyân eder. Dünyâya dâir mânevî idrâkimizi ve âhiretin sonsuz âlemlerine olan görüşümüzü açıklar. Hakkı bâtıldan ayırma irfânını bize kazandırır. Fâtiha sûre-i celîlesinin mânâlar denizi ilâhî aşkın esintilerini taşır ve okuyanın kalbine bu cereyânı iletir. Ondaki ilâhî sırlar mü’minin kalbine sirâyet eder ve sonsuz mânâların devr-i dâimine müteveccih olan kalp menfezlerini açar.
Dört halîfe Efendilerimiz aleyhimüsselâm tefekkürde büyük şevk ve iştiyak göstermişlerdir. Hz. Ali’i (kv) ziyâret eden Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman Efendilerimiz latîfeleşirken ikrâm edilen bir tas bal ve onun üzerindeki ince bir kıl vesîlesiyle en yüce ilhamları bizlere sunmuşlardır. Hz. Ebûbekir Sıddîk buyurdu ki: “Din, beyaz tastan daha nurludur. Zikrullah baldan daha tatlıdır. Şerîat kıldan daha incedir”. Daha sonra Hz. Ömer: “Cennet, tastan daha nurludur. Cennetin nîmetleri, baldan daha tatlıdır. Sırat, kıldan daha incedir.” dedi. Arkasından Hz. Osman: “Kur'ân-ı Kerîm, tastan daha nurludur. Kur'ân’ı okumak baldan daha tatlıdır. Kur'ân’ı tefsîr etmek, kıldan daha incedir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali de hāne sâhibi sıfatıyla: “Misâfir, tastan daha nurludur. Misâfirin kelâmı, baldan daha tatlıdır. Misâfirin kalbi, kıldan daha incedir.” dedi.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri tefekkür hakkında bizlere muhteşem öğütte bulunuyor:
“Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür.
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.
Kardeşim sen düşünceden ibâretsin, geri kalan et ve kemiksin.
Gül düşünür, gülistân olursun.
Diken düşünür, dikenlik olursun.”
Mevlânâ Hazretleri Semâ hakkında yüce kutlu sözleri ile bizi en derin tefekkürlere dâvet ediyor. Okunurken âdetâ her harf nakış nakış kalbe işleniyor:
“Semâ, önsüz ve sonsuz, evvel ve âhir, zāhir ve bâtın, ahad ve samed, tek ve mutlak, herşeyden ve herkesden münezzeh ve müstağnî Allâh’ın, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' sorusuna, ruhların 'Evet Rabbimizsin' deyişlerini duyarak kendinden geçmek ve O ezelde ezel güzelde güzel olan Sevgili’ye kavuşmaktır."
Semâ, dostun hallerini görmek ve lâhut perdelerinde Hak sırlarını bulmaktır.
Sema, izāfîlikten soyunup soyutlanarak mutlaklığı tatmaktır.
Dostun aşk çırpıntıları önünde, başını top yapıp, başsız ayaksız dosta koşmaktır.
Nefs ile savaşa tutuşarak yarı kesilmiş bir kuş gibi kanlı toprak içinde çırpınmaktır.
Ya’kûb'un dert ve devâsını bilmek, Yûsuf’a kavuşmak kokusunu, Yûsuf’un gömleğinden koklamaktır.
Mûsâ Peygamberin asâsı gibi, her solukta Firavun'un sihirlerini yutup yok etmektir.
“Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki o vakitte, ne Allâh’a yakın bir Melek, ne de bir Peygamber aramıza girebilir.” hadîs-i şerîfinde belirlenen sırrın içine vâsıtasız girmektir.
Ve semâ, Tebrizli Şemsullâh gibi gönül gözlerini açmak ve görünmeyen kudsî nurları, ayan beyan görmektir.
Tefekkür hakîkî şifâ kaynağıdır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinin dâveti: “Bütün kronik hastaları çağırıyorum. Bizim ilâcımız bütün hastalıklara şifâdır.” Bu dâvet, şifânın hakîkî kaynağına bir dâvettir. Bu sözlerle, ancak İslâm’ın terbiye metoduyla kâmil mânâda şifâ bulabileceğimizi idrâk ediyoruz.
Tefekkür insana âb-ı hayat suyunu verir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle der: “Bizler kirli sudan öylesine memnûnuz. Oysa en sâfî kaynaktan, velîlerin sohbetinden içmeye çağrılmışız.” Şems-i Tebrîzî, güzîde misâlini Hazret-i Ebûbekir Efendimiz üzerinden anlatıyor: “O kirli bir çöp kutusundan kurtulup tertemiz, cana can katan suyun sohbetine erişti ve Allah kulu olan o denize (Muhammed’e) kul oldu.” Hz. Ebû Bekir, Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm’ın huzûrunda suyun sohbetine erişti.
Tefekkür etmek, varlık hapishānesinden kurtulmak demektir ve ebedî özgürlük ve ölümsüzlüğe erişmektir. Muzaffer Ozak hazretlerinin yorumu: “Ne mutlu ve ne kutlu o kişiye ki İslâm’a girdi de ölüm onu İslâm’da buldu!” Ölümü tefekkür ettiğimiz zaman en yüce mükâfâtı kazanmak mümkün olacaktır; bu ölümsüzlüktür.
Tefekkürsüz insan eğitimsiz ve terbiyesiz kalır. Tefekkürsüz, Yaratıcı’ya yaklaşmak mümkün değildir. Tefekkürsüz insanlığı keşfetmek, kulluk makāmını keşfetmek, ölümü keşfetmek mümkün değildir. Tefekkürsüz Kur’ân-ı Kerîm’e karşı kör oluruz. Tefekkürsüz kendini bilmek, kendinle yüzleşmek mümkün değildir. Tefekkürsüz ilâhî nîmetleri, lütuf, bereket, ikram ve ihsânı fark etmek mümkün değildir. Tefekkürsüz, şeytānın vesveselerine kukla oluruz, şuursuzluğa ve cehâlete düşeriz. Tefekkürsüz kalbimizin hazînesini, değerini, makāmını, gücünü, sırrını, mânâsını anlamak mümkün değildir.
Tefekkür etmek demek; hidâyet nûruna karşı alıcı olmak demek. Mü’minin en mühim niyeti; Allâh’ın nûrunu almaya hazır hâle gelmektir. Dînin özünü yaşamak istiyorsak ilâhî nûru kazanmalıyız. Mânevî gelişme, saflığa giden tedrîcî bir aydınlanma süreciyle gerçekleşir. Mü’minler, Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm’ın nûru ile görür, nur ile şifâ bulur ve onunla hidâyete ederler. Mânevî iyileşme nefsin sahte varlığını nur ile nefyetmek, yok etmektir. Hidâyet nûru mânevî eğitimin en yüksek şeklini temsîl eder; en mükemmel öğreti odur. Dînin özünü yaşamak istiyorsak ilâhî nûru kazanmalıyız. Aşk, ilâhî nûru kazanmak demektir.
İnsanın en ulvî özelliği; nefsini fedâ vasfıyla, kalb aynasını temizlemek ve Sevgiliye varmak için sürekli bir gayretle yanarak edâ edilir. Nefsânî ölümü irâdemizle tercîh etmeliyiz ki nûra dönüşebilelim. Ölmeden önce ölmeli, yâni bu dünyâya ölmeliyiz. Bu, bizi kendi varlığımızın nûruna, özümüze, kökümüze, hakîkî evimize götürecek. Böylece kendimizi ilâhî bir gözle görmemizi sağlayacaktır.
Kendi nefsimizi bilir hâle geldiğimizde en yüksek insânî varlık mertebesine kadem basacağız. İlâhî nûra kendimizi açmak bize kendi hakîkatimizi gösterecek ve böylesi bir ilâhî farkındalık sâdece Allâh’ı bilmemizi değil, aynı zamanda O’nu görüp O’na âşık olmamızı sağlayacaktır.
Bir ârif şöyle demiştir: “Ârif’ten çekin, zîrâ o, Allâh’ın nûruyla görür.” Hazret-i Ömer radıyallâhu anh; “Rabbimi, Rabbimin nûruyla gördüm.” buyurmuştur.
Ma’rifet, nurdur. Bu Rabbânî bilgi Allâh’ın nûruyla beslenir ve insanın varlığının en derin bölgelerinden gelir; o, kalbin nûrudur, kalbin gördüğü gözdür, îman nûrudur, ilâhî ilham nûrudur, kalbi ve aklı tatmîn eden nurdur. Bu nur, Allâh’ın isim ve sıfatlarının sonsuz nûrudur. O, şeref ve izzet kazanma yolu olan sırât-ı müstakîm’in nûrudur. Bu nur, hakîkat yolunda mücâhedeyle sülûk eden her bir ferde açıktır. Mahviyet ilminden sızar/sızan o nur; ilâhî hidâyet nûrudur.
Ocak 2025, sayfa no: 28-29-30-31
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak