Ara

Mehmed Âkif’in ‘Âsım’ın Nesli Projesi’

Mehmed Âkif’in ‘Âsım’ın Nesli Projesi’

Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,
Cepheden cepheye arslan gibi hiç durmayarak
Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile
Yüz göz olmuş bu çocuklar ölümün şahsiyle

Mehmed Akif

1911’de İtalya’nın işgāli üzerine başlayan Trablusgarb ve 1912-1913 yıllarında cereyân eden Balkan savaşlarından gāyet ağır toprak ve insan kayıplarıyla çıkmış olan Osmanlı Devleti, eşzamanlı olarak fâciâ boyutunda bir göç dramını da yaşamaktadır.

Sultan II. Abdülhamid’in ‘ufukları bir anne gibi tutma’ çabası, 30 yıl boyunca Osmanlı Devleti’ne bir toparlanma fırsatı verdiği gibi topluma da kısmî bir istikrar ve düzen temin edebilmişti. Ne var ki, târihlerin sanını ‘Son Sultan’ diye kayda geçirdikleri II. Abdülhamid Han, 31 Mart 1909 ‘gerici’ ayaklanmasında parmağı olduğu bahane edilerek İttihatçılar tarafından tahttan indirilir indirilmez onun dış politikaya attığı ‘altın düğüm’, acemice kılıç darbeleriyle kesilecek ve imparatorluğun zâten müzmin vaziyetteki iç ve dış gāilelerden yorgun düşmüş bünyesi, imâmesi koparılmış bir tesbih gibi hızla dağılmaya başlayacaktır.

Ülke, sanki çektikleri yetmiyormuş gibi bu defa 1914 Ekim’inde târihinin en büyük acılarına gebe emrivâkilerinden biriyle bir dünyâ savaşına atılmış, Talat, Cemal ve Enver Paşalar triumvirasının öncülüğündeki câhil cesâretiyle Almanya’nın safında, “Turan yapacağız!” vaadiyle yola çıkıp sonuçta imparatorluğu “virân edecek” bir dünyâ paylaşım savaşının ortasına atılmıştır.

Yoksulluk, çâresizlik, işsizlik, parasızlık, insansızlık, en kötüsü de umutsuzluk ve kötümserlik neredeyse teneffüs edilen havayı kaplamıştır. Çayırların yeşili bile eskisi kadar gümrah değildir. Artık er meydanlarındaki pehlivanların gürbüzlüğünden eser kalmamıştır; güreşmeye dahi dermanları yoktur. Düğünler derseniz isteksiz, neşesiz, âdetâ bir mâtem havasında kutlanmaktadır. Eskiden “şen şatır olan ocaklar” şimdi boylu boyunca yerlerde yatmaktadır. Ertuğrul Gazi’yi koynunda büyüten obalar, Osman ve Orhan Gaziler gibi gürbüz babalar mumla aranmaktadır. Samîmî vatan evlatlarının rûhunda bir azap çığlığı olarak ‘Nerede o eski günler?’ nakaratı biteviye çınlamaktadır.

Kim çözecek ellerimizi Rabbim?

Ancak toplumun önemli bir bölüğünün aklı fikri küçük hesaplara, gününü kurtarma telâşına kilitlenmiştir. Ülkenin ve devletin hızla bir uçuruma doğru kayması, neredeyse umurlarında değildir. Yoksa bu fikri bozuk, irâdesi felç olmuş, olan bitenlere duygusuzlaşmış, duyarsızlaşmış insanlar ve âdetâ onlara eşlik etmekte olan ‘ölü doğa’, bir güneşin battığını, kadîm bir dünyânın öldüğünü mü resmetmektedir? Yâni şâirin deyişiyle, toplum denilince tastamam bir ‘leş’ ile mi karşı karşıya bulunuyoruz?

Umutsuzluk dağını, koyu bir sis tabakası gibi korkunç bir gelecek ürpertisi sarmıştır tepeden tırnağa. İyi ama o zaman bu toplum, kelimenin gerçek anlamında ‘Müslüman’ sayılabilir mi? Bu nasıl bir Müslümanlıktır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ümitsizlik kâfire hastır” denildiği, mü'minlere ümitsizlik kesin olarak yasaklandığı halde bu derece derin bir bedbinlik kuyusuna salınmıştır? Daha da kötüsü, kuyudan çıkış için bir umut ışığı dahi görünmemektedir ortalıkta.

O zaman bu kör kötümserlik kuyusundan çıkışın ‘Yûsufça formülü’ nedir? Daha doğrusu nerededir? Anahtar dışarıda mıdır yoksa içeride midir? Onu nerede arayacağız? Yıllar yılı dışarıda aradığımız altın anahtarı rûhumuzun dikiş attığımız ceplerinde unutmuş olmayalım sakın?

Doğrusunu söylemek gerekirse içerisi göz gözü görmez koyu bir karanlıkla kaplıdır, dışarısı ise aydınlık görünen bir seraptan ibârettir. Bu serâbın peşine koşanlar helâk olup geri dönmektedirler. İçeride kalanların ruhları ise karanlığın yangınında kavrulmakta, potansiyellerini günbegün heder etmektedirler.

O zaman prangalı ellerimizi kim çözecek, uyuşmuş ruhlara o iksîri kimler akıtacak, donmuş bedeni kim harekete geçirecektir? Daha doğrusu kimler?

Âsım’ın Nesli Çanakkale’de

Zâten pek de parlak gitmeyen tahsil hayâtını yarıda bırakmış olan Köse İmam’ın oğlu Âsım, diğer akranları gibi seferberlikte askere alınır. Şimdi o bir yedek subaydır ve bir yedek subay kırgını olarak târihe geçecek olan Çanakkale cephesine gönderilmiştir.

Arkadaşlarıyla birlikte dünyânın bilimsel, teknolojik, ekonomik, askerî ve parasal gücünü ellerinde bulunduran emperyalist devletlerin korkunç silahlarına karşı boğuşmaktadırlar aslanlar gibi. Savaşmaktan ölümle o kadar yüz göz olmuşlardır ki korku nedir unutmuşlar, aslanlarda bile doğuştan bir ölüm korkusu bulunduğu halde, onlarda korkunun zerresi dahi kalmamıştır. Kendilerini o derece adamışlardır vatanlarının, dinlerinin, nâmuslarının, bayraklarının savunmasına.

Âsım’ın nesli, gösterdikleri kahramanlıklarla bu korku nedir bilmeyen müthiş mücâdelesiyle yüzyıllardır süren bir tâlihsizliği, ağır bir yenilmişlik psikolojisini, bizden adam olmaz küskünlüğünü ve dahî İslâm'ı nicedir bir demir çember gibi boğmakta olan hüsrânı sona erdirmeyi başarmıştır:

Sen ki İslâm'ı kuşatmış boğuyorken hüsran

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın.

Âsım’ın nesli, kanları, canları pahasına kazandıkları Çanakkale zaferiyle nicedir içinde kıvrandığımız umutsuzluk ve çâresizlik kısır döngüsünü göğüslerinde kırıp parçalamış, bu milleti ölüme ve yokluğa, esârete ve çâresizliğe mahkûm ettik zannedenlerin hesaplarını alt üst etmiş, planlarını bozmuş ve yüzlerini kızartmışlardır. Bu gencecik insanların yaptıkları iş o kadar anlamlı ve muazzamdır ki, İslâmiyet'in günbegün kötüye giden yüzlerce yıllık tâlihini tersine çevirmiş, en önemlisi de, daha doğarken batacağı öğretilen insanlara yeniden yaşama ümîdini bağışlamıştır.

Ancak savaş acımasız yüzünü bir kere daha göstermiş, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ile berâber Osmanlı Devleti de yenildiğini kabûl etmiş ve bir Mütâreke istemek zorunda kalmıştır. Aksi halde İngilizlerin ve Fransızların biri Irak’tan, öbürü Selanik’ten İstanbul’a doğru yürümekte olan kuvvetlerine karşı koyacak doğru dürüst silah ve ordusu, en önemlisi de morali kalmamıştır.

Değişen Âsım

Nihâyet 1918’in 30 Ekim’inde Mondros Mütarekesi, İngilizlerin bir intikam vesîlesi olarak özellikle 1915 yılında Çanakkale’den geçmesine izin vermediğimiz Agamemnon zırhlısında imzālatılır ve ardından dalga dalga işgaller başlar. İşgalci deniz kuvvetleri İstanbul boğazına girip silahlarını pâyitahtın bakmaya doyum olmayan yüzüne çevirdiğinde takvimler 13 Kasım 1918 gününü göstermektedir.

Âsım da arkadaşları gibi Mütareke’den sonra terhis edilir ve evine, baba ocağına döner. Fakat o da ne? Asım bu arada çok değişmiş, âdetâ başka bir insan olmuştur. Eskiden umursamadığı, gülüp geçtiği, ‘adam sen de’ dediği laubâlilikler, vurdumduymazlıklar, ahlâksızlıklar; savaş sırasında rûhu bir kılıç gibi bilenen Âsım’a ters gelmeye başlamıştır. Hem kendileri kimler için savaşmışlardır? Dîn-i mübîn için ve onun yeryüzündeki son temsilcileri olan bu millet uğruna savaşmış değiller miydi?

Rûhu pasından arınmış bir kılıç gibi parlayan Âsım başlar sarhoşları sokak ortasında dövmeye; Ramazan günü vapurda sigara içip yüzüne üfleyenlere haddini bildirmeye; kumarhaneleri basmaya. Babası Köse İmam ile Mehmed Akif onu gidip karakollardan almaktan bıkıp usanmışlardır.

Hattâ Âsım ve arkadaşları bir ara “Bu iş böyle gitmeyecek, bir dur demek lâzım” diye düşünen arkadaşlarıyla birlikte, biraz da Yakup Cemil’lere özenerek, darbe ile hükûmeti ele geçirmeyi bile planlamışlardır. Yâni iş kötüye gitmekte, yeni bir nesil daha harcanmanın eşiğine doğru sürüklenmektedir.

Sonunda Âsım’ın neslinde beliren bu tehlikeli gidişe Milli Şâirimiz Âkif el koymaya karar verir. Bir gün yine karakoldan gidip aldığı Âsım’ı bir kenara çeker ve onunla bir baba gibi açık seçik şunları konuşur.

Kıvılcım Peşinde

- Bak Âsım, der. Sen ve arkadaşların öyle bir iş başardınız ki Rabbimizin yardımıyla âdetâ olmazları oldurdunuz, Çanakkale’de bu milletin asırlardır kötüye giden tâlihinin akışını değiştirdiniz. Hattâ çağları, devirleri alt üst ettiniz. Eyvallah… Yaptıklarınız hakîkaten târife ve târihe sığmaz. Bunun için sizlere ne kadar minnettâr olduğumuzu biliyorsun.

Lâkin sevgili Âsım, sizin gibi târihe sığamayan Çanakkale gāzilerine sokaklarda adam dövmek yakışır mı? Kumarhane basmakla, sarhoşlara meydan dayağı çekmekle, Ramazan günü sigara içenleri pataklamakla mı iftihār etmeliydiniz? Bunlar hiç mi hiç yakışmıyor sizlere. Sen ki okumuş yazmış adamsın, dövüp sövmekle, zorla şerle memleketin kurtarıldığı nerede görülmüş?

Derin bir nefes aldıktan sonra devâm eder:

- Bak evlâdım, der Âkif, bizim sorunlarımız çok daha köklü ve sebepleri zannettiğinizden de daha derinlerde yatmakta. Bizim yapmamız gereken şey, bu toplumun ihtiyâcı olan mânevî özsuyunu onun vücûduyla buluşturmak. Bunu başardığımız zamâna kadar yılmadan çalışacağız. Ama bil ki yüzeysel, tepkisel, fevrî çözümler bizi yapıcı bir noktaya aslâ ulaştırmaz.

Tam tersine, dövdüğünüz, sövdüğünüz, boş bir çuval gibi yerden yere vurduğunuz o insanları size ve temsîl ettiğiniz hakîkate düşman etmekten başka bir işe yaramaz yaptığınız iş. Bundan bir fayda istihsâl edilemez. Yolunuz yanlış ve zararlı.

Oysa bizim bu işleri daha bir suhûletle kökünden halletmemiz lâzım. Bunun için de uzun vâdeli ve programlı bir çalışmaya ihtiyâcımız var. Sineklerle değil, bataklıkları kurutmakla uğraşmalı değil miyiz? Zâten bu milletin başına ne geldiyse keskin adamlardan, başına buyruk hareket edenlerden gelmedi mi? Bizim asıl derdimiz olan fakirlik, cehâlet ve tembellikten gelmedi mi?

- Evet, dedi başını sallayarak Âsım. Biraz da lafın sonunu getirmesini bekliyor gibiydi babasından daha fazla saygı gösterdiği bu dertli adamın.

Mehmed Âkif aynı babacan tavırlarla sözlerine devâm etti:

- Evet diyorsun, haklısın, şimdi ne yapacağız? Bak Âsım, bu milleti, kökünde akan o mübârek suyla yeniden buluşturmamız gerek. O âb-ı hayâtı bulup getirmemiz gerek. Bunun için de Ertuğrul’un, Osman’ın, Orhan’ın azimlerini onun bünyesine yeniden kazandıracağız. Başka çâremiz yok.

Fakirlikten kurtarmak için mutlaka ama mutlaka bilgili ve programlı olarak çalışmak zorundayız. Çalışmak için de içimizde bir ümit ve gayret kıvılcımı çakmalı değil mi? Tıpkı Çanakkale’de sizin çaktırdığınız o müthiş kıvılcım gibi diriltici bir harekete yeniden ihtiyâcımız var.

-Peki nerede o kıvılcım? diye sordu Âsım. Her yer o kadar karanlık görünüyordu gözüne.

-Kıvılcımı yanlış yerde arıyorsun, dedi Âkif. Onu dışında arama oğul, o kıvılcım sizin rûhunuzda. Ben gördüm Çanakkale’de ne yaptığınızı. Ancak bu defaki, gönülleri ve akılları tutuşturacak bir kıvılcım olacaktır.

Âsım’ın Yeni Görevi

Âsım lafın burasında dayanamayıp sordu:

- Peki bizi kurtaracak olan o ümit ışığı nereden gelebilir?

- İlimden elbette, bilgiden, irfandan, dedi Âkif, gülümseyerek… Nice zamandır bu ülkenin ilim pınarları kurumuş, bizi besleyen derin sularımız bizim ilgisizliğimizden Batı diyârının topraklarına kaçmıştır. İşte yeni görevimiz, o faydalı suları kaçtıkları yerlerde yakalamak, bulduğumuz yerde onu kana kana içmek ve sonra getirip bu ülkenin kurumuş dere yataklarına yeniden aşkla akıtmak, pompalamaktır. Kafanız, âdetâ arada bir kanal gibi olacaktır. İçinden bilim ve fennin gürül gürül aktığı ‘altın bir kanal’.

İşte bunun için şimdi Almanya’ya, Berlin’e gidecek ve orada Çanakkale gāzîsi arkadaşlarınla hocalarının önünde diz çökecek, sıralarda dirsek çürütecek, gece gündüz çalışıp didinerek ilim tahsîl edecek ve bu ülkenin geleceğini sâhip olduğunuz değerler yanında bilimle, fenle, teknikle yeniden ayağa kaldıracaksınız. İşte ancak o takdirde istikbâl, yâni gelecek, Âsım’ın nesli karşısında ayağa kalkacak, ona selâm duracak, bir başka deyişle siz istikbâle boyun eğdireceksiniz.

Hem siz Çanakkale’deki çağları alt üst eden başarılarınızı kalıcı hâle getirmek için ve bu millete bir daha Çanakkale’ler yaşatmamak için bu hayâtî görevi mutlaka başarmak zorundasınız Âsım. Târih bu ağır görevi sizin omuzlarınıza yüklemiş durumda. Bundan kaçamazsınız. Kolaycı çözümlere dalamazsınız.

Şimdi göreve başlama vakti. Haydi, hep birlikte bir dakîka önce gidiniz ve bir gün önce dönünüz. Ve bu memleketin sizlerin varlığına hava kadar, su kadar ihtiyâcı olduğunu hiç mi hiç aklınızdan çıkarmayınız.

Mehmed Âkif, yaşlı gözlerle çok sevdiği Âsım’ı Berlin’e, gurbete, okumaya gönderir. Onun döneceği muhteşem günlerin hayâliyle tesellî bulurken, bir başka hayâl kurmaya koyulur. Geldiklerinde kim bilir nasıl bir Türkiye bekliyor olacaktır onları. Keşke gecikmeseler…

Ve gözünün önüne yine eski yemyeşil çayırlar, çağlayan dereler, adam boyuna ulaşmış başaklar, gürbüz pehlivanlar, düğün gibi düğünler, Osmanları doğuran bereketli analar, gürbüz babalar gelir. Okullarında gözleri çakmak çakmak, öğrencilerin başında sıradan sıraya koşuşturan Âsımlar görmektedir artık. Fabrikalarında yorulmak nedir bilmeyen işçi Âsımlar, kütüphaneleri cennetleri bilmiş üniversiteli Âsımlar, kurdukları şirketlerle dünyâya mal satan ve alan iş adamı Âsımlar… Velhâsıl her taraf Âsımlarla doludur.

Âsım Şimdi Nerede?

Mehmed Âkif’in Âsım adlı kitabı -ki Safahat’ın altıncı kitabıdır- Cumhuriyet devrimlerinin başlamasından hemen önce, 1924 Temmuz'unda yayınlanır. Ancak aynı yıl ülkede büyük değişimler de yaşanmaktadır. Savaş yıllarında kurtarmak için uğrunda mücâdele verilen Hilâfet kurumu bir çırpıda kaldırılmış, Halîfe Abdülmecid Efendi’yle birlikte hânedan üyeleri de yurt dışına sürülmüş, asırlardır Osmanlı bilim ve eğitim hayâtının taşıyıcılığını yapmış olan medreseler Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar’ın bir genelgesiyle kapatılmıştır.

Dolayısıyla bu çalkantılı ortamda Mehmed Âkif’in geleceğin kulağına fısıldadığı Âsım çağrısını duyan pek çıkmaz. Çıksa da, o istikrarsız ortamda duymazlıktan gelmeyi tercîh eder.

Dünyâda bir proje daha doğmadan sönmüş gibidir.

Nitekim Âsım adlı kitabı 1924 Temmuz'unda yayımlandıktan birkaç yıl sonra umutları mum gibi tükenen Mehmed Âkif de Mısır’a yerleşmek zorunda kalır. Âsım kitabı o dışarı gittikten sonra boynu bükük kalacaktır.

Şimdi Âsım ve Âkif’in her ikisi de gurbet ellerdedir. İdeal ile idealistin kaderleri birleşmiştir.

Peki Âsım’a ne olmuştur? Memleketine dönmüş müdür? Yoksa Berlin ellerinde kaybolup gitmiş midir? Dönmüşse şimdi nerelerdedir? Kurtuluş Savaşı’na katılmış, ülkenin yeni döneminde hizmetini îfâ etmekte midir?

Daha da hayâtî önem taşıyan soru şudur:

Her ikisini de, yâni Âkif’i ve Âsım’ı da bir dedektif gibi bulmayı, ülkeye geri getirmeyi ve onların görevlerini kaldıkları yerden kim veya kimler üstlenecektir? Bu evsizlik hâlini kim sona erdirecek, bu târihî cesâreti kimler gösterebilecektir?

Ve nihâyet ‘eve dönüş’ nasıl başarılacaktır?...

İpuçları yakında Mavi Yayıncılık’tan çıkacak olan ‘Âsım’ın Nesli: Çanakkale’den Doğan Ümit’ adlı kitabımda.

Ocak 2025, sayfa no: 50-51-52-53-54-55

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak