Ara

Kime Muhabbet Ne İçin Muhabbet

Ali Bolat* Sevgi, bağlılık, meyil ve tercih etmek gibi anlamları hâvî olan muhabbet, sûfîlerce “Sevenin sıfatlarının yerini sevgilinin alması”, “Kâlbden sevgiliden başkasını yok etmek” şeklinde tanımlanır.   Bu kavram ile ilgili olarak kullanılan bir diğer tâbir de “aşk”tır. Sarmaşık mânâsına gelen “ışk” kelimesinden alınmış olan “aşk”, tıpkı sarmaşığın, kuşattığı ağacı sarıp sarmalayarak ağacın suyunu çekmesi ve bazen de onu kurutması gibi kâlbi öylece sarar; âşık, sevdiğinden başka her şeyle ilgisini keser. Dolayısıyla aşk, sevginin ulaştığı en son noktayı ifâde eder.   İslâmî literatürde aşk, ilâhî ve beşerî olmak üzere ikiye ayrılmış; ilâhî aşk “hakîkî”, beşerî aşk ise “mecâzî” olarak nitelendirilmiştir.   İnsanın irâdî anlamda meylini ifâde eden ve bu mânâda meylettiği yöndeki gayretkeşliğinin temel sâiki olan muhabbet, her durum ve hâliyle insanı Hakk’a götüren en sıhhatli yol olarak değerlendirilir. Başka bir ifâdeyle, kulun Rabbi ile arasındaki bağ ve hukuk, muhabbet üzerine inşâ edilmiştir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de âdil davrananları, tevbe edenleri, iyilik yapanları, dîne sadâkatle bağlı olanları, kendilerini temizleyenleri, sabredenleri, O’na güvenenleri, O’nun yolunda savaşanları, O’nu sevenleri “sever” şeklinde ifâde ederek Yaratan-Kul münâsebetini muhabbet merkezinde tanımlamıştır. Dahası, muhabbet îmân etmenin bir netîcesi olarak kabûl edilir: “Îmân edenler, Allâh’ı her şeyden çok severler.” (Bakara, 2/165) Allâh’ı her şeyden çok sevmek, O’nun elçisini de sevmek demektir: “Eğer gerçekten Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 3/31)   Hz. Peygamber’in (sav), “Sizden biriniz, ben kendisine âilesinden, malından, bütün insanlardan ve kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça îmân etmiş olamaz.” (Buhari, Îmân, 7) buyurması, kulun Allâh’a ve O’nun elçisine olan muhabbetinin bu düzeyde şerîkinin olamayacağı anlamına gelir. Zîrâ bu mertebe kulluk mertebesidir, muvâfakat mertebesidir. Yâni îmân muhabbeti, muhabbet de kulluğu berâberinde getirir, getirmelidir. Muhyiddin b. Arabî’ye (ks) göre, ibâdetin aslı muhabbettir. Onun içindir ki muhabbetsiz ibâdet makbûl olmaz. Çünkü aşk makâmı “ma’bûd” olma makâmıdır. Bu bakımdan sûfîlere göre muhabbet ile ahlâk arasında sıkı bir münâsebet vardır. Bütün dinî hasletler de bu muhabbetin netîcesidir denilebilir. Nitekim Mekke müşrikleri de Hz. Peygamber (sav) Hira Mağarası’nda ibâdete kapandığı zaman “Muhammed Rabb’ine âşık oldu” demişlerdi.   Kulun Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbeti ve bunun netîcesinde O’na yönelişi Allâh’ın kuluna muhabbetini celbeder: “Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Mâide, 5/54). O halde mü’min muhibbdir, netîcede ise “mahbûb”dur. Muhabbet, kul ile Rabbi arasındaki münâsebetten daha öte bir anlam taşımaktadır sûfîler için. Varlığın zuhûru, vahdetten kesrete tenezzül muhabbet ile izah edilir. Bu konudaki görüşlerini sûfîler “Ben gizli bir hazîne idim, bilinmek istedim, bunun üzerine mahlûkâtı yarattım.” hadîs-i kudsîsine dayandırırlar. Burada Allâh’ın, bilinmeyi istemesini ifâde etmek üzere kullandığı fiilin “ahbebtü” (istedim, sevdim) şeklinde gelmiş olmasına istinâden, varlığın kaynağı muhabbet temelinde ele alınmış, dolayısıyla kul ile Rabbi arasındaki hukuk bu çerçevede izah edilmiştir. Bu husus bir hadîs-i kudsî'de şu şekildedir: “Kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla bana yaklaşamaz. Kulum nâfilelerle de yaklaşmaya devam eder, nihâyet ben onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum; benden bir şey isterse veririm, bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikak, 37)   Cenâb-ı Hakk’ın, varlığın zuhûrunun temel ilkesi olması hasebiyle kuluna muhabbet etmesi, kulunun Rabb’inin muhabbetine hâlisâne bir şekilde karşılık vermesi, başka bir ifâdeyle mekânsızlıktan mekâna, zamansızlıktan zamâna intikal esnâsında gerçek sâhibini unutmayacağına dâir vermiş olduğu söze sâdık kalması netîcesinde kuldan sâdır olan eylemler zâhirde “eyleyen” kişiye değil gerçek anlamda irâde edene hamledilir. Tıpkı, “Sana biat sözü verenler aslında Allâh’a söz vermişlerdir” (Fetih, 48/10), “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8/17) âyetlerinde zikredildiği gibi.   Sûfîlerin mâsivâya, Allah’tan başka her şeye bakışları bu zâviyeden değerlendirildiğinde daha doğru anlaşılabilir. Şöyle ki, muhabbetin, varlığın gerçek sâhibine duyulan bir bağlılığı ve iştiyâkı ifâde etmesi, kulun kâlbinde O’ndan başkasına yer vermemesi anlamına gelmektedir.   Çünkü gerçek ve tek varlık O’dur ve O’ndan başka vâr olanlar esâsen Zât-ı Mutlâk’a göre “var” olarak nitelenemez. Allâh’a muhabbet ile bağlı olanların, varlığı kendinden olmayan “izâfî” varlıklar ile olan münâsebeti muhabbet üzere olamaz. Nitekim Hz. İbrâhîm (as) da, “Ben kaybolup giden şeyleri sevmem” (En’âm, 6/76) diyerek hakîkat arayışını sürdürmüştür. Zîrâ dönüşen, değişen şeyler gerçek anlamda muhabbetin nesnesi olamaz.   “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticâretiniz, hoşlandığınız meskenler size Allah ve Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevimli geliyorsa artık Allah emrini yerine getirinceye kadar bekleyin.” (Tevbe, 9/24) âyet-i kerîmesi bu mânâda oldukça açıktır.   Kulun, kâlbinde Allah’tan başkasına yer vermemesi ve fakat dünyâ ile olan münâsebetini bir şekilde sürdürmesi noktasında tasavvuf ehlinin kurmuş olduğu denge “zühd” olarak adlandırılmaktadır. “Bilin ki dünyâ hayâtı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azap, Allah'tan mağfiret ve rızâ vardır. Dünyâ hayâtı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid, 57/20) gibi dünyânın geçiciliğine ve aldatıcılığına vurgu yapan buyrukların, dünyâya aşırı düşkün ve değer yargılarını dünyevî menfaatlerin oluşturduğu bir kitleye hitâb ettiği âşikârdır. Kur'ân-ı Kerîm’in dünyâ hayâtını kötüleyen ve âhiret hayâtının asıl yurt olduğuna dikkat çeken bu beyanlarının yanısıra, dünyâ nimetlerinden istifâde etmeyi, insanların kazandıklarından tasaddukta bulunmayı ve ibâdetin ardından Allâh'ın lütfundan rızık talebi ile yeryüzüne dağılmayı tavsiye eden âyetleri de bu mânâda birlikte ele alınmalıdır: “De ki: 'Allâh'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?' De ki: 'O, dünyâ hayâtında inananlarındır, kıyâmet günü de yalnız onlarındır.” (A’râf, 7/32) âyetinde de görüldüğü gibi Kur'ân'da dünyâ hayatının bizâtihî kendisi kötülenmemektedir. Kötülenen, mal ve mülkün âhireti unutturması, bunların kibir ve gurur vesîlesi olmasıdır: “Onları ne ticâret ve ne de maddî kazanç hırsı Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar.” (Nûr, 24/37)   "Sevdiğiniz, değer verdiğiniz mallarınızdan harcamadıkça iyiliğe ulaşamazsınız." (Âl-i İmrân, 3/92) âyetini "Siz nefislerinizden ve onun arzularından sıyrılmadıkça Hakk'a ulaşamazsınız" şeklinde tefsir eden Ebü’l-Abbas İbn Atâ, dünyâya gönül veren kişinin Allah'tan gâfil olacağını belirtmiş ve bu gibi kimseleri "meyyit" olarak nitelendirmiştir. İbn Atâ devamla şunları söyler: “Kulu âhiretten alıkoyan şey dünyâdır. O nedenle kiminin dünyâsı arâzi, kiminin ticâret, kiminin iktidar, kiminin sâlih amel ve onunla övünme, kimininse nefsi ve şehvetidir. Yâni herkes bir şekilde dünyâya bağlıdır.”   Anlaşılacağı üzere, kulu Allah’tan alıkoyan şeyler herkes için aynı değildir. O kadar ki, kulun yapmış olduğu sâlih amel veya sâhip olduğu ilim dahi onu Hakk’tan uzaklaştırabilir. Tâ ki bu müktesebâtının Rabb’inin inâyetiyle gerçekleştiğini idrâk edene kadar.   İmam Gazâlî’ye göre kâlbin dünyâya buğz ile meşgul olması da Allah’tan gaflet hâlidir. Gazâlî bu hususu, yani dünyâya yönelme ile dünyâdan nefret hâlini, hac yolunda bir konak yerinde karşılaşan ve burada sırf bineklerinin bakımı ile meşgul olan; ancak birisi Kâbe, diğeri de aksi istikâmete giden iki adama benzetir. Kâbe’ye giden kişi istikâmetinden dolayı daha makbûl olsa da Gazâlî’ye göre bunların her ikisi de özünde Kâbe ile meşgul olmayı bırakmışlardır. Bu konuda Râbiatü’l-Adeviyye de dünyâyı kötüleyenleri susturarak, “Dünyâyı kötüleyerek dahi olsa anmanız, ona olan düşkünlüğünüzü göstermektedir.” demiştir. Çünkü bu, bir şekilde dünyâ ile meşgûl olmanın başka bir yoludur.   İnsanın mal ve mülküne, zenginliğine güvenmesinin, sâhip olduğu eşyâ ile övünmeyi, gücünü, kuvvetini, varlık nedenini ona bağlamayı ve netîcede Allâh’a isyânı berâberinde getirdiğini ifâde eden İbn Atâ'nın esas itibâriyle dünyâya ontolojik açıdan kötü gözle bakmadığını ve insanı Allâh'ı tefekkürden alıkoyan her şeyi "dünyâ" ile nitelendirdiğini belirtmeliyiz. Zîrâ yukarıdaki beyânında sâlih amelin de dünyâlık olabileceğini düşünen İbn Atâ, "İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine karışmazlar." (Rahman, 55/19-20) âyetleri ile ilgili olarak şu uyarıda bulunur: “Kul ile Rab arasında iki derin deniz vardır. Bunların ilki kurtuluş denizi olan Kur'ân'dır. Ona sarılan kurtulur. Çünkü Allah 'Hep birlikte Allâh'ın ipine sımsıkı sarılın.' (Âl-i İmrân, 3/103) buyurmuştur. Diğeri de helâk denizi olan dünyâdır. Ona güvenen ise helâk olur.”   Bu yaklaşıma göre özünde kötü veya ifsâd edici bir objeden bahsetmemiz mümkün görünmemektedir. Esas itibârıyla gerek Kur’ân-ı Kerîm’de ve gerekse sûfîlerin yaklaşımında, insanın eşyâya atfetmiş olduğu olağan dışı değer, yâni ona duymuş olduğu bağlılık ve muhabbet reddedilmekte ve bunun Allah yolundan alıkoyduğu ifâde edilmektedir.   “Öyle birisine âşık ol ki o aşkla bütün tutsaklıktan kurtulasın” diyen Mevlânâ Celâleddin Rûmî de Hakk’tan başka her şeye gösterilen kalbî bağlılığın, netîcede insanı kendisine kul yaptığına dikkat çeker.   İnsanın Hakk’tan başkasına duymuş olduğu bağlılık, onun istikâmetinin yanlışlığına işârettir. Nitekim İmam Gazâlî, günah çoğaldıkça kâlb mühürlenir ve bu sırada kâlb Hakk’ı görmekten, dînin iyiliklerini anlamaktan körleşir, âhirete kıymet vermez, dünyâya ehemmiyet verir ve tamâmen dünyâya bağlanır, demektedir. Zîrâ Allah’tan başkasını seven ve bu sevgisi Allah için olmayanların sevgileri, cehâletlerinden ve Allâh’ı bilmekteki kusurlarındandır. O’na göre mâsivâdan sıyrılıp Allâh’a teveccüh etmek, ancak sağlam bir irâde ve Allah sevgisinin kâlbi kaplaması ile mümkündür.   O hâlde kul kalbinde Allah Teâlâ’dan başkasına yer vermemeli, îmânının doğal bir sonucu olarak Allah ile arasındaki hukûku muhabbet üzere ikâme etmeli ve O’ndan başka bir kaygı gönlünde yer edinmemelidir. Bu yaklaşım dünyâ ile olan münasebeti nefyetmezken, tamâmen dünyâyı red anlamına da gelmemektedir. Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’nin naklettiğine göre Allah Teâlâ, Hz. Îsâ’ya şöyle vahyetmiştir: Ben bir kulumun kâlbine baktığımda onda dünyâ ve âhirete âit bir sevgi bulmazsam onu kendi sevgimle doldururum.”

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak