Ara

Kalp Medeniyeti

Kalp Medeniyeti

Cihânın ufuklarından süzülen hüner ışıkları kâh âlemin boşluklarında savurulur kâh hakkın seslerini tâkip ederek kalbin konaklarında cem olur. Kalp, bir arı gibi muhtelif zamanlardan ve mekânlardan geçen ışıkları terkîp ederek şaşırtıcı bir lezzete dönüştürür. Nûr dediğimiz mânevî ışık, işte bu merhalelerden husûle gelen şûlelerin toplamıdır.

Kalbi anlamak için evvelâ bir kalbe sāhip olmak gerekir. Biz, kalbin tıbbî sahasıyla değil, gönül kısmıyla, hattâ yürek mânâsıyla alâkadarız. Çünkü medeniyet, basîret muhitlerinde çiçek açar. Basîreti, fikirlerde ve gāyelerde görebilmek için bir yüreğe sāhip olmak lâzım gelir. Bu da nasıl bakıldığıyla ve ne kadar görüldüğüyle ilgilidir. Bakmak mühim, görmek ehemdir. Kalp, hak cihetiyle bakarsa dalâletten kurtulur. Hakîkat gözüyle görürse kâinâtın künhüne vâkıf olur.

Kalp, bize muhabbetin, muhayyilenin, muhâkemenin, muâhezenin, murâkabenin, musāhabenin, müşâhedenin ilâ âhir bir muvâzene etrâfında vücut bulmasını temin eder. Kalp, insanın dengesidir. Denge, insana bahşedilmiş en nâdide bergüzardır. Bu sâyede insan kendine temiz ve müstakîm bir yol edinir. Kişi, yürüdüğü bu temiz ve pâk yol ile had bilme usûlünü öğrenir.

Kalbin kullanım kılavuzunda bāzı şeyler yazmayabilir. Çünkü kalbin gecesi ve gündüzü temiz nefeslerle tanımlanır. Her şeyin âşikâr ve isbât edilmesinden daha çok hissin samîmiyetine sığınır. Âşikârdan ziyâde mahfî ile dosttur. Kalp, gizler vâdisinde sır çiçekleri arasındadır. Onu arayanlar hayrân u zâr[1], bulanlar hayrân u kâr.

Kalbe, hakîkî şiir yazdığını zannedenler yanılırlar, çünkü şiir bile kalbi kaldıramayabilir. Şiir, her ne kadar cevherden neşet etmiş ise de, kalbin kırılmış hâlini yâhut mesut çehresini bihakkın ifâde edemeyebilir. Zîrâ kelimeler, her duyguya tercümân olmaya kādir değildir. Söz, bāzan duyguları isrâf edebilir. Binâenaleyh hislerin orijinal kalması için onu kalp diyârında muhayyer kılmak gerekir. Çünkü kalpte intihâl üzüntüler ve sevinçler barınamaz. Şiirin kalbe bāzan yetemeyeceği telakkîsi, Şeyh Gālib’e de sorulsaydı, kanâatimce aynı şeyleri söylerdi.

İslâm medeniyetini yükselten şey nasıl ki Türk milletinin, kalbiyle irtibat kurması ise gerileten sebeplerin başlıcası da kalbini unutmasıdır. Türk’ün kalbi, ecdâdının hâtırasından biriktirdiği çiçek demetlerini; Kelâm-ı Kadîm’in inci sahîfeleri ve asr-ı saâdetin âbidevî şahsiyetleriyle harmanlar ve görklü ideallerin hizmetine sunardı. Lâkin kalbinin çehresini aydınlatan kandiller bir bir söndü, bahar esintileri yerini kış fırtınalarına bıraktı. Türk’ün kalbinde ilmin zincirleri kopup fikrî dalgalanmalar baş gösterince, yüreği ve gönül dünyâsı, îman şifâlarından dert çamurlarına saplandı.

Türk milletinin mefkûresini besleyen kalbi tahrîf olunca, Müslümanlar; üç asra karîb bir müddettir durduğu yeri kaybettiği gibi varmak istediği yeri de unuttu. Batının desîseleri karşısında gaflete dalan İslâm dünyâsı kalbine esrarlı bir güzellik veren rûhunu da kaybettiği için pek acıklı manzaralara muhâtap oldu ve dahî olmaktadır. Çünkü hatırlamak kalbi dengede tutar, unutmak ise kalbin irtibat damarlarını koparır. Nihâyetinde hem kişiyi hem de toplumu ülküsüzlüğe sürükler.

Milletler, unutmanın sarmalına yakalandıklarında kadîm bir hakîkat zuhûr eder: “Unutanlar yolunu şaşırır, asıl düşmanını unutur ve birbirlerine düşerler.” Hâlbuki Türkistan’da kıyâma kalkan gönül dünyâmız, unutmanın şarkılarını bir an mırıldanmadı ve politik irâdenin hükümranlığına da boyun eğmedi. Çünkü aşîretçi kabîle rûhuyla hareket etmedi. Bilakis eli öpülesi ve dizinin dibinde oturulası ulu bilgelerle yola revân oldu.

Gönül yolu bize sezgilerin iştiyâkını bahşetti, yorgun benizli zihinlerimiz dinçleşti ve âlemşümûl merhalede sanatın sancağını dalgalandırdı. Sanat, ancak gönül mârifetiyle icâzetnâmesine kavuşurdu. Biz dahî millî şahsiyetimizin tahkîk ettiği kelâmların mihmandarlığına tâbi olduk. Çünkü ulu bilgelerimiz târihe şöyle not düşüyordu: “Düşüncesiz söz kıylükāl, gönülsüz sanat beyhûde uğraştır.”

Kalbin sanat derecesinde işler halde olmasının yāni nurlarla bezenmesinin üç temel merhalesi vardır. Bunlar îman, davranış ve mîdedir. Fakat burada hassas bir çizgi bulunmaktadır, zîrâ kalbi karartan sebepler de yine bu üç esastan geçmektedir.

Kalbin Görkemli Râbıtası: Îman

Müslümanlar, Yüce Mevlâmızı ve Şanlı Peygamberimizi gönüllerinde misâfir eder. Bu açıdan gönül, bizim mekân algımızın zirvesinde yer alır. Gönül-kalp-yürek isimlerini birleştiren en tesirli āmil îmandır. Bu sebeple medeniyeti besleyen kalp, dâimâ îmânın izahlarıyla tanımını bulur. İnsanı güzelleştiren gönül, müşfik hislerini îmânî ümitlerle olgunlaştırır. Milleti kāim kılan yürek, şerefli, haysiyetli ve âlicenap duruşunu îman şuālarıyla parlatır.

Bir kalpte îmânın kâmil halleri bulunmuyorsa orada karanlığın kesif kokuları başlar. Zayıf îman, kalbi meçhûle sürükler, ilâhî teşebbüsleri akāmete uğratır, berceste nüshaları yok eder, mûcizeleri görmezden gelir. Oysa ki kalp îmân ile sağlamlaşırsa müjdelerin şeceresi hatırlanır, mecazlar aslına rücû eder, esir kalmış fikrî zeminler hürriyetine kavuşur, kehânetler ayân olur, davranışın ahlâkı vehme gālip gelir, geriliğin sînesine medeniyet süngüleri saplanır ve bizi sömüren urların cerâhati temizlenir.

Kalplerde inkişâf eden medeniyet fidanlarını asırlık çınarlara tebdîl eden iklim, îmandır. Filhakîka Türk-İslâm medeniyeti îmânı kavî kimseler tarafından tesis edilebilir. Bunun hâricinde cümle ispat ve iddialar beyhûdedir. Çünkü bizim medeniyetimizin esâsında îman var olduğu gibi, medeniyete namzet kalbin kilidi de îmânın kuvvetli muhavere ve mütâleasıyla açılabilir. Her kim İslâm medeniyetinin yeniden intibâhına katkı sunmak isterse, evvelâ îmânına ihtimam göstermelidir. Zîrâ alelāde mü’minler ile mütekâmil bir medeniyet tasavvur edilmez.

Kalbin Sırlı Bestesi: Davranış

Söz, anlamını iliklerine kadar davranışlarda bulur. Esâsen sözün rûhânî bir esrârı vardır. Lâkin bāzan tebessüm neşîdesi kadar müessir olamaz. Gönülden süzülen kelâmın ilham veren râyihası muhakkak ki kıymetlidir, fakat yürekten yapılan davranışın tesiri çok daha kıymetlidir. Çünkü sözde bāzan kargaşalık sezilebilir, lâkin hal dilinde ebedî bir aldatıcılık mümkün değildir.

Kalbin dili hal diline dokunduğunda fecrin şafağı, medeniyet ufuklarında akisler çizer. Güneş, ebedî saâdetin üstüne doğar. Millî mîrâsın hazîneleri rengârenk cümbüşüyle Zümrüdüanka gibi parıldar. Medeniyet insanı kalbine, bāzan selâmı, bāzan üslûbu ve bāzan da sanatıyla ayna tutar. Amel dediğimiz şey, aslında kalbin fotoğrafıdır. Kimi yaparak hizmet sunar, kimi yıkarak hizmet ettiğini zanneder.

Amel yâhut eylem, câzibesini îmân ile bulmuş yüreklerin işidir. Kimileri her fiili eylem sayar, medeniyet ise kalbin mihmandarlığında toparlayan, düzelten ve ihyâ eden adımları eylemin lügatine neşreder. Eylem rüyâ görmek değildir, bilakis düşleri uğruna gâh îtikâfta duā etmek, gâh meydanlarda şehâdeti göze almaktır. Eylemi erdemli kılan davranış, tereddüdü teceddüde dönüştüren yüreklerle mümkündür.

Kalp, îmân ile aksülamel gösterirse muhacir ve ensar kardeş olur ve Yesrib’de bir Medîne inşâ ederler. Kalp, îmân ile yola çıkarsa, Hoca Ahmet Yesevî’nin evlatları haşin ruhları ārifân eyler. Kalp, îmân ile meş’alesini yakarsa, İstanbul tepeleri ezan sesinin kavisleriyle âhengini bulur. İstanbul, kalbin sırlı bestesini amel notalarıyla bestelediği için ebediyyen medeniyetin özünü temsîl eder.

Kalbin Tırıntaz Gıdâsı: Mîde

Kalbin dengesi ve mahremiyeti mîde yoluyla muhâfaza edilir. Mîde, nizâmî tecellîsini helâl ve temiz gıdâlar ile tebârüz eder. Bu sebeple İslâm medeniyeti helâl ve temizlik kavramlarına ziyâde ehemmiyet vermiştir. Bu davranış, medenî insanın da kırmızı çizgisidir. Tabiatıyla helâl kazanmak, helâl yaşamak ve helâl beslenmek, insan olmanın ve insan kalmanın mutlak şartıdır.

Zihnin ve kalbin insicâmı mîde-helâl formülüne göre vaziyet alır. Çünkü helâl ve temiz lokmalar kalbe nur ırmakları şeklinde akarken, haram ve şüpheli gıdâlar irin tortuları oluşturur. Böylesi durumlarda sezgi tıkanır, kültür zayıflar, teknik hırpalanır, lisan çoraklaşır, mûsikî susar, felsefe utanır, kitap yırtılır ve nesiller mankurtlaşır.

Biliriz ve inanırız ki mîdeye helâl kazanılmış ve helâl üretilmiş gıdâlar girmezse, nesiller soysuzlaşır. Kimileri bizim bu tahlîlimizi işkembe üzerinden yorumluyor ve dudak büküyor. Hâlbuki kalp ile mîde biteviye münâzara yaparlar. Hattâ şunu diyebilirim ki kalp mîdenin mürîdidir. Bunu bilmeyen ve önemsemeyen kimse, ihsandan mahrum kalır. Böyleleri ne bilsin savaş meydanına giden cengâverlerimizin geçtiği bahçelerden aldıkları elmaların yerine kese kese altınlar bıraktığını. Şâyet bir akçe eksik asılsaydı, o şanlı zaferler kazanılmazdı. Onlar bir akçe ve bir lokma yüzünden kalplerini alık eylemediler. Bugün zaferler yerine şaşkınlığımız gün yüzüne çıkmışsa kalbin tırıntaz gıdâsını kirletmişiz demektir.

Hülâsa kalp, hayâtın yolbaşçısı ve tercümânıdır. Medeniyet insanı kalbini muhâfaza edebilmesi için îman-amel-mîde üçlemesini merkezine almalı ve millî dehâsını bu ilkeler ışığında tahkîm etmelidir. Bununla berâber aslî cevherini ortaya çıkarmak için muhabbete fevkalâde ehemmiyet vermelidir. Biliyoruz ki, muhabbetten Muhammed (sav) hâsıl olmuştur. Buradan mülhem, Azîz Mahmûd Hüdâyî ile Birinci Ahmed’in gönül muhabbetleri medeniyetimize Sultan Ahmet Câmii’ni hediye etmiştir. Fakat kalbî muhabbetin mahsûlü ancak ilmin ve gayretin berâberliğiyle mümkün olabilir. Yāni mezkûr eser muhabbetten ilham almış olsa da, Sedefkâr Mehmet Ağa’nın teknik ve tecrübî bilgisiyle vücûda gelmiştir. O halde bize düşen asırlık vazîfe şudur: Medeniyet izlerinin insanlığın kutup yıldızına dönüşmesi için, îman-amel-mîde üçgeninde kalbimizi hatırlayalım, ilmimizi artıralım, gayretimizi kuşanalım.

[1] Bu ifâde, Süleyman Çelebini “Kimisi bu derd ile hayrân u zâr” sözünden mülhemdir.

Aralık 2024, sayfa no: 54-55-56-67

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak