Ara

Hikmeti Latîfelerle Nakşetmek Nasreddin Hoca’yı Temâşâ

Hikmeti Latîfelerle Nakşetmek Nasreddin Hoca’yı Temâşâ

Sanat, edebiyat ve düşünce cephesinde yetişen “büyük ruhlar”, ekseriyetle milletlerin sıkıntılı zamanlarında zuhûr ediyor. Selçuklu’nun sıkıntılı dönemleri, Moğol İstîlâsı ve Haçlı kıskacı altında olduğu dönemdir. Sûfîlerin lisânıyla, bu dönem “celâlî tecellîlerin” yaşandığı zamanlara tekābül eder. Daha çok savunmaya dayalı, düşmanla mücâdelelerle geçen bu dönemde, içeride de iktidar mücâdelelerinin sebep olduğu kargaşalar hâkimdir. Arada kalan halk var olma mücâdelesi içinde yorgun ve bîtap düşmüştür. Bir fetret hâkimdir; iktisâdî anlamda çöküş, sosyal sıkıntılara ve toplumsal çözülmelere sebebiyet vermektedir. Ahîler çarşıyı korumak için gayret etseler de şakîlere mânî olacak güçten mahrumdurlar. Dolayısıyla her yerde güvenliğin tesis edilmesi güçleşmektedir. Hazîn bir mevsim… Ama her şeye rağmen hayat devâm etmektedir. Yine sûfîlerin ifâdesiyle, “nerede celâl varsa, orada cemâl de saklıdır”. Kezâ “kahrın içinde lütuf saklıdır” da derler. Mühim olan o saklı hazîneyi, cemâli ve lütfu ortaya çıkaracak bir gayrete tālip olmaktır.

Bahse konu gayretin netîcesi birer rahmet olarak zuhûr eden büyük ruhlar, o saklı hazînenin anahtarını bularak milletin hizmetine sunan ilim, sanat ve düşünce adamlarıdır. Bu meyanda onlar, Selçuklu’nun düştüğü yâhut düşürüldüğü kuyudan çıkması için gayret eden kervancılar olarak da tasavvur edilebilir. Bu kervancılar kimlerdir? Başta Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî olmak üzere, Ahî Evran, Yûnus Emre ve Nasreddin Hoca gibi isimler… Her birisi birer “kurucu” şahsiyet olarak zamânı anlamlandırmış, ācil reçeteler sunup akan kanı durdurma ve yaralara merhem olma çabasının yanında, söyledikleri sözler ve kurdukları sistemlerle yarını da inşâ etmeye gayret etmişlerdir. Bu kurucu büyük ruhların ellerindeki yegâne sermâye sözdür. Söz, yerinde söylendiğinde savaşları durdurur, barışı ikāme eder, kışı bahâra tebdîl eder. Mühim olan onu ehlinin yerli yerince söylemesidir. Söze ehil olmak, bilgeleşmekle yāni hakîm ve ârif olmakla mümkündür. Bu da uzun ve çileli bir hazırlık aşamasından geçmekle, insanlığın biriktirdiği tecrübeden yararlanmakla ve bilhassa samîmî îmanla ve amelle gerçekleşen bir durumdur.

Mesele nedir? Mesele kriz zamanlarında insanı tutabilmektir. Onu insan olarak, akıl ve irâde sāhibi bir varlık olarak, eşyâyı isimlendirebilen, tahayyül ve tasavvur kābiliyetine sāhip, hayrın ve şerrin farkında olup dâimâ iyilikten, sulhtan ve selâmetten yana olan yönlerini geliştirerek, onu yaratılmışların en şereflisi olarak koruyabilmek… Bunun için umut olmaktır. Nitekim içinden geçilen zaman, gün gelir düze çıkar. Kaos biter, huzur egemen olur. Ancak insan, onu sarıp sarmalayan bir liman olmazsa, ona istikāmet çizen bir deniz feneri bulunmazsa, onu umutla, aşkla ve gayretle buluşturan bir bilge bulunamazsa düşer. İnsan düşerse, âlem düşer. İnsan, âlem çadırının direğidir. O direk bāzan kasırgalardan etkilenebilir, sallanır, eğilir, bükülür; lâkin bir el dokunur ve yeniden ihyâ olur. Kurucu büyük ruhlar, sözleri ve sohbetleriyle bunu yapmışlardır. Bu büyük ruhlardan birisi olan Nasreddin Hoca, yaşadığı dönemde Moğol İstîlâsının altında ezilen “gönlü kırık” ahâliyi hikmetli nükteleriyle irşâd etmiş, ādetâ Îsâ-nefes olup ölüme terk edilen ruhlara nefes vermiş, hâdiselere farklı pencerelerden bakmanın yolunu yordamını göstererek bakışları tâzelemiş, insan toprağına umut ekmiştir. O latîfeleriyle dün bunu yaptığı gibi, sözün zamânı aşan etkisiyle bugün de yapmaktadır. Ne zaman bir Nasreddin Hoca fıkrası dinlesek, hâdiselere bakışımızın yeniden inşâ edildiğini yâhut istikāmetine oturduğunu fark etmemiz bundandır. Demem o ki, Mevlânâ ve Yûnus, aşk kapısından girerek gönülleri māmûr ederken; Ahî Evran iktisâdî hayâtı tanzîm etmeye ve çâreler üretmeye gayret etti. Nihâyet Nasreddin Hoca da yaşananlara latîfe penceresinden bakmayı öğretti. Her birinin birbirini tamamlayan vazîfeleri vardı, onu îfâ ettiler.

Bizim meşhurlarımız ekseriyetle meçhûldür. Meçhûldür; zîrâ onlar kendilerinden bahsetmekten imtinâ ederler. Belki Mevlânâ, Ahî Evran yâhut Hacı Bektâş-ı Velî gibi bir “yol kurucu” ise, daha sonra menkıbeleri derlenmiş, hakkında bir imaj oluşturacak malzeme sunulmuştur. Ama “yol kurmak yerine bir yolun tâkipçisi” ise, daha çok eserleriyle ve sunduğu hizmetle anılır olmuştur. Onlar, kendilerini sırlayarak faaliyetleriyle var olmuşlardır. Bu sebepledir ki onları bütün bir millet olarak benimsemiş, kendi hemşerimiz, yanı başımızdaki bir yakınımız olarak takdîm etme gereği duymuşuz. Nitekim Yûnus Emre gibi, Nasreddin Hocamız da birkaç şehir tarafından paylaşılamaz durumdadır. Sivrihisarlı mı? Akşehirli mi? Kastamonu yâhut Kayserili mi? Yoksa Karadenizli Temel’in ata dedesi mi? Bu “nereli?” sorusu, şöhretine binâen, Anadolu sınırlarını da aşar; “gönül coğrafyamız”da geniş bir alanda kabûl görür. Meselâ yolunuz Arnavutluk’a düşerse orada bir Nasreddin Hoca olduğunu görürsünüz. Aynı durum Türkistan’a, Buhara’ya yâhut eski Şam Vilâyeti sınırlarına gittiğinizde de karşınıza çıkar. Bu bāzan Hoca Nasreddin’dir, bāzan Cuhâ ve bāzan da Nasreddin Ependi olarak karşınıza çıkar. Daha da ötesini söyleyelim, Rus olduğunu iddiā edenler de vardır. Bu iddiā sebebiyle, Evren Paşa döneminde Meclis İhtisas Komisyonu bir rapor da yazmış; böylece Nasreddin Hoca’nın Türklüğü meselesi Meclis tarafından da tescîl edilmiştir. Fakat genel kabûlle söyleyelim, Sivrihisar’da doğmuş ve Akşehir’de vefât etmiştir. Onun hakkında elle tutulur bilgileri veren, Cem Sultan’ın talebiyle Sarı Saltuk’un menkıbelerini derleyerek Saltuknâme adıyla bir eser kaleme alan Ebu’l-Hayr-ı Rûmî’dir. Ona göre, Hoca, Akşehir’de Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin yoldaşı olan Mahmûd-ı Hayrânî’ye intisâp ederek derviş hırkası giymiş bir velîdir. Kezâ Konya medreselerinde okuduğu, Sadreddîn-i Konevî’den ders aldığı da kaynaklarda zikredilir. Mâmâfîh Akşehir’de müderrislik, imamlık, kadılık ve vâizlik yaptığı da söylenmektedir. Nihâyet rivâyetlerden yola çıkılarak 1284’de vefât ettiği kabûl edilir.

Fakîh, kadı, vâiz ve müderris gibi sıfatlarla karşımıza çıkan Nasreddin Hoca bir eser telif etmiş değildir. O, Oğuz’un hikâyelerini anlatan Korkut Ata gibi, şifâhî kültürü beslemiştir. Fakat ne bir hikâye anlatıcısı ve ne de fıkra… Vazîfeleri gereği insanlarla sohbet etmiş, sorularını cevaplamış, müşkül meselelerine çözüm üretmeye gayret etmiş bir bilge olarak sohbet etmiş, halleşmiş, dertleşmiştir. Bunu yaparken hâdiselere hikmet nazarıyla bakmış ve latîf konuşmuştur. Onun meclislerde anlattıkları, hayâta dâir latîf dokunuşları yâhut söyledikleri dilden dile aktarılagelmiştir. Orada anlatıcı meçhûldür. Daha doğrusu, “açık-meçhûl” yāni bütün bir millettir. Bu bakımdan Hoca’nın latîfeleri, Hocanın menkıbeleridir. Nitekim bu latîfeler ilk defa XV. Asırda kaleme alınmaya başlanmış ve ilk derlenen eserlerden birinin adı da Menâkıb-ı Nasreddin Efendi adını taşımaktadır. Diğer bir yazma ise, Letâif-i Hoca Nasreddin adıyla kayıtlara geçmiştir. Hoca, anlatıcı olmadığı gibi, müellif yâhut muharrir de değildir. Bizzat yaşadığı hayat, halkın sadırlarına hâk edilmiş kitaplar olarak vücut bulmuştur. Bilahare Saltuknâme müellifinin yanında Bursalı deli Birâder (Gazalî), Lâmiî Çelebi ve Taşlıcalı Yahya gibi nüktedan şâir ve müellifler ondan geriye kalan mîrâsı eserlerinde derc etmişlerdir.

Daha evvel Şiir Demleyen Coğrafya’da da ifâde ettiğim gibi eserleriyle öne çıkan büyük ruhlar, coğrafî sınırları, dil duvarını ve zaman ırmağını aşarak gönüllerde yaşarlar. Nasreddin Hoca, hayâta dâir pratik felsefe olarak tavsîf edilmesi imkân dâhilinde olan nükteleri, sözü ve sohbetiyle bu geniş coğrafyada yaşamaya devâm etmektedir. Elbette kültür târihçileri ve halkbilim araştırmacıları farklı zâviyelerden bakarak konuyu tartışacaklardır. Bu meyanda Mehmet Tevfik (Çaylak)’tan başlayarak, Kemâleddin Şükrü, Veled Çelebi, Eflatun Cem Güney, Fuat Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi nice ilim adamları eserler yazmıştır. Bilahare Pertev Nail, İlhan Başgöz, Saim Sakaoğlu ve Dursun Yıldırım gibi ilim adamları da konuya eğilmiş, farklı metotlarla kendi Nasreddin Hocalarını telif etmişlerdir. Bir kısım ilmî toplantılar tertîb edilmiş, tezler hazırlanmıştır. Lâkin bu çalışmaların bir kısmında, onun “bilge” kişiliğiyle örtüşmeyen, derin bir nükte ve latîfe içermekten uzak kimi fıkraların Nasreddin Hoca’ya mâledildiği görülmektedir. Oysa onun dönemi içerisinde yüklendiği misyonu dikkate alarak, bu fıkraların yeniden gözden geçirilmesinde yarar vardır. Zîrâ şâirler, düşünce ve hareket adamları evvelâ yaşadıkları dönemin insanlarıdır. Onlar, öncelikle dönemlerinin dertlerine derman, yaralarına merhem olmak ve sorularına cevap vermek durumundadırlar. Bu bakımdan târihî sosyo-kültürel durum esas alınarak fıkraların yeniden okunması bir ihtiyaç olarak durmaktadır.

Evliyâ Çelebi’nin, “hazır cevap, keşif ve kerâmet sāhibi bir velî” olarak tavsîf ettiği Nasreddin Hoca, güldürerek irşâd eden bir mürşiddir. Onun yegâne amacı, iyi insanı ortaya çıkarmaktır. Nitekim iyilik insanın özünde vardır. Ancak bu öz, yaşanılan zamânın problemleri, eğitim anlayışı ve hayâta dâir oluşturulan algı sebebiyle bozulmakta yâhut değişime uğramaktadır. Hoca, bunun farkında olarak sözünü söylemiştir. Bu ondan nakledilen fıkralar, ādetâ birer ilim, irfan ve hikmet pınarıdır. Anadolu irfânı bu pınardan istifâde ederek değerleri tahkîm etmiştir. Dolayısıyla o, irşâd edici kimliğinin yanında, onarıcı, yapıcı ve kurucu bir kişiliğe de sāhiptir. Nükte taşıyan sözleri, nice yaralara merhem olmuştur. Onun fıkralarında latîfe vardır, nükte vardır, şaka vardır; ancak onlarda, muhâtabını alaya alarak rencîde edici bir hezl alâmeti bulunmaz. Orada önce “güldüren”, ama daha sonra derin derin düşündüren mânâ saklıdır. Bu bakımdan Nasreddin Hoca’yı bir “halk filozofu” olarak gösterenler de olmuştur. O, “mecaz, hakîkatin aynasıdır” düşüncesinden hareketle muhâtabını latîfeyle irşâd eder. Meselâ o, bindiği dalı keser, kaybettiği yüzüğünü başka yerlerde arar, fakat dâimâ düştüğünde kendini tesellî için evvelce düşmüş olanın gelmesini arzu eder. Şimdi dönüp bakalım; çoğu kere, öfkemize yenilip dostlarımızla ilişkimizi kesmiyor muyuz? Pişmân olacağımız kararlar vermiyor muyuz? Kayıplarımızı hep başka yerlerde aramıyor muyuz? Meseleleri çözmek isteyen, o meseleyi yerinde çözer. Ama biz ne yapıyoruz? Sorunu başka yerde arayıp, çözülmesi gereken meseleyi sümen altı etmeyi itiyat hâline getirerek unutulmaya terk eden yetkilileri görmüyor muyuz? Hem sonra bilmediğimiz, tecrübe etmediğimiz konularda ahkâm kesip durmuyor muyuz? Kuşkusuz bu sorulara hepimiz kendi zâviyemizden cevaplar verecek ve derin düşüncelere dalacağız. Hoca, düşünmesini bilenlere lisân-ı hâl ile derin dersler vermeye devâm eder. O bunu dün yaptığı gibi, bugün de yapmaya devâm ediyor. Bāzan bir mürşid ve mürebbî olarak bizi eğitiyor, bāzan da bir uzman psikiyatrist ve iletişimci gibi bize rehberlik ediyor, bizi tedâvi ederek sağaltıyor.

Aralık 2024, sayfa no: 20-21-22-23

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak