Ara

Bir Derviş-Şâir Olarak Yûnus Emre’nin Portresi

Bir Derviş-Şâir Olarak Yûnus Emre’nin Portresi

“Derviş Yûnus söyler sözü

Yaş dolmuştur iki gözü 

Bilmeyenler ne bilsin bizi 

Bilenlere selâm olsun”

Yûnus Emre

Edebiyat târihleri, kitapları, sözlükleri Yûnus Emre’yi “şâir” olarak tanıtırlar. Yûnus Emre’ye dâir bu sıfatlandırma, ona âit olduğunu düşündüğümüz metinler dikkate alındığında elbette yanlış değildir. Çünkü bunlar bir şiirin taşıması gereken bütün özellikleri taşımaktadır. Diğer yandan ise ortada bu şiirlerin toplamının yer aldığı bir Dîvân’ı vardır. Bu sebeple Yûnus Emre bir şâirdir. Hem de öyle böyle değil, Anadolu sahasındaki edebiyatımızın en büyük şâiridir. Hattâ Peyami Safa’nın diliyle söyleyecek olursak “Geçmişin, bugünün ve geleceğin” yâni “üç zamân”ın şâiridir. Şâirlerin hasıdır. Türkçe, onun elinde ve dilinde çok zengin bir şiir diline dönüşmüştür. Yine başta Yûnus Emre gibi bir örnek olmak üzere tekkeler bünyesinde çok zengin bir edebiyat oluştuğunu, pek çok şâir yetiştirildiğini ve literatürde “Tekke edebiyatı” yâhud “Dînî-Tasavvufî edebiyat” adıyla bir edebiyatın, ağırlıklı tür şiir olması hasebiyle de bu nitelikte bir şiirin olduğunu elbette biliyoruz.

Durum böyledir ama Yûnus Emre yazının başına aldığımız dörtlüğünde kendisini şâir olarak değil “Derviş” olarak niteler. Farklı kaynaklarda bu sıfat “âşık”, “miskîn” şeklinde de yer alır. Bütün bunlar ise onun kendini tanımlamada “dervişliği” ve bu kelime çerçevesinde ele alabileceğimiz “âşıklığı” ve “miskinliği” tercih ettiğini gösterir. Bu yüzden onun tanımlayacak en uygun sıfatın “dervişlik” olduğu ortadadır. Zâten sözünü ettiğimiz kaynaklarda onun “Tasavvufî halk şâiri” olarak tanıtılması da bu doğrunun itirâfıdır. İşte bu adlandırma, yâni onun adını tasavvufla birlikte anma, konuya başka bir açıdan bakmayı gerekli kılmaktadır. Ki bu yazının da temel amacı ve muhtevâsı zâten bu olacaktır.

Yûnus Emre’yi sâdece “şâir” sıfatıyla ifâdelendirmek doğru bir adlandırmadır ama dervişliği göz ardı edildiğinde ortaya temel bir yanlış çıkmaktadır. Zîrâ şâirlik ve dervişlik arasında zâhiren ortak noktalar görsek bile işin aslında çok derin farklılıklar bulunmaktadır. Her şeyden önce sâdece “şâir” olarak adlandırdığımız kişilerin esas meselesi şiir yazmak ve şâir kimliğiyle tanınmaktır. Yâni onlarda şiir, araç değil amaçtır. Başta Yûnus Emre olmak üzere tüm mutasavvıf şâirlerde ise şiir, bir araç olmanın ötesinde değer taşımaz. Zîrâ onların derdi estetik düzeyi yüksek şiirler söylemek değil şiir vâsıtasıyla kendilerini ve fikirlerini açığa koymak ve anlatmaktır. Yâni onlarda şiir, bir tebliğ, telkin ve irşad aracıdır. Bu yüzden onlar, kendilerini şâir olarak nitelemedikleri gibi söylediklerine de şiir demezler. “Doğuş”, “zuhûrat”, “nutk (nutuk)”, “nefes” yâhud Ahmet Yesevî örneğinde olduğu gibi “hikmet” derler ki bütün bunlar, dış özellikleriyle şiire benzeseler de şiirin ötesinde bir özellik taşırlar. Bunların her biri din ve tasavvuf terimidir ki bu bağlamda bir anlamla yüklüdürler.

Az önce “şiir yazmaktan” değil “şiir söylemekten” söz ettik. Bu da dervişle şâirin önemli bir farkını ortaya koyar. Şâir, metni önce kurgular ve sonra yazar. Dervişlerde ise bu, doğuş şeklinde gerçekleşir. Yâni onların diliyle söyleyecek olursak bir zuhûrat gerçekleştiğinde söylemeye başlarlar. Bu da İlâhî ilhamlar netîcesinde olur. Mesele gönül âlemlerinde olup bitenlerle ilgilidir. Bu âlem yâni gönül, an gelir öyle coşar ki kişi söylemek durumunda kalır. Çünkü gönül aşkla dolmuş ve coşmuştur. Buna mâni olunamaz. Yûnus bu hâli şöyle ifâde eder: “Aşkım gâlip geldi yüreğim harlar/Âşık olan arı nâmusu neyler/Beher Yûnus sana söyleme derler/Ya ben öleyim mi söylemeyince”. İşte bu hal kurgulayarak yazma değil, iç ırmağın coşmasıyla yâni zuhûratla kendiliğinden söyleme hâlidir.

Diğer yandan şâirle dervişin ilham kaynaklarında da şöyle bir farklılık vardır; önce Yûnus’u dinleyelim: “Yûnus’un sözü şiirden amma aslı kitaptan/ Hadis ile dinene key bil sâdık olmak gerek” Buna göre bir derviş olarak Yûnus’un söylediklerinin dayandığı iki temel kaynak vardır. Biri kitap (Kur’ân-ı Kerîm), diğeri Hadîs-i şeriflerdir. O, bu iki temel kaynaktaki hakîkatleri şiir diliyle ve formuyla dile getirmiştir. Burada onun şiirlerindeki tabiat, insan ve diğer konular akla gelebilir. Unutulmamalıdır ki sûfî telakkî bunların hepsini “âyet” hükmünde görür. Ehli bunlara “kevnî âyetler” der. Bu sebeple İnsan da bir kitaptır tabiat da. Dolayısıyla da bunlarda olanlar; bilgi, duygu ve hikmetler de kitaptandır. Yine Yûnus Emre “İlim ilim bilmektir” şeklinde başlayan anlatımında sâdece kitap okumaktan değil insanın kendini okumasından da söz eder. Yine onun “Söz karadan aktan değil/ Yazıp okumaktan değil/Bu yürüyen halktan değil Hâlık âvâzından gelir” söyleyişi de bu şiirin mâhiyetini ortaya koyar. Bu da her şeyin bir âyet olarak görülmesi, okunması ve anlaşılması gerçeğini gösterir. Bir başka deyişle eşyâ, bizi yaratan Rabb'in sıfat ve isimlerinin tecellî ettiği aynalardır, bu aynalara dikkatli nazarlarla baktığımızda orada tecellî eden Rabb'imizin isim ve sıfatlarını görebiliriz. Burada Hz. Peygamber’in “Yâ Rabbi eşyânın hakîkatını bana göster.” şeklindeki duâsını da aklımıza getirdiğimizde; bir dervişin nereye bakarsa baksın, neyi okursa okusun kevnî âyetleri okuduğu hükmüne varılacaktır. Yine onun bâzı kelâmların (şiirlerin) “hikmet”, bâzılarının “sihir” özelliği taşıdığı şeklindeki beyânı da meseleye aynı perspektiften bakmayı zorunlu kılar.

Dervişlik ve şâirlik çerçevesinde şunu da ekleyelim. Derviş olan şâir, vakti geldiğinde izinle söyler. Nitekim Yûnus’un şâirlik hikâyesini anlatan bir menkıbede bu durumu açıkça görürüz. Buna göre Tapduk Emre dergâhında bir meclis kurulur. Orada mânevî coşkulanma ile şiirler söyleyen bir başka Yûnus, Yûnus-u Gûyende vardır. O gün tek kelâm edemez. Bunun üzerine şeyhi Yûnus Emre’ye “haydi Yûnus söyle! Vakit tamam. Kilidini açıverdik” der. Böylece Yûnus Emre’nin, menkıbedeki anlatımla devâm edecek olursak “dili açılır, gözlerinden ve gönlünden perde kalkar. Şevk denizine düşüp ağzını açarak inci ve cevâhir saçar. İlâhî hakîkatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle bir sohbet eyler ki, dinleyenler hayran kalırlar.

Buradaki “sohbet” kelimesine de dikkat çekmek gerekir. Menkıbe, söylenenleri şiir değil sohbet olarak nitelemektedir. “Sohbet” lügatte, “birlikte olmak, dostça görüşüp konuşmak” mânâsındadır. Bir tasavvuf terimi olarak ise “bir mürşidin sözleriyle mânevî feyzinden faydalanmak ve kalbi aydınlatmak” demektir. Mürşidle berâber yapılan sohbetin önemini ve özelliğini Yûnus Emre de şöyle ifâde eder: “Erenlerin sohbeti ele giresi değil/Sohbete kavuşanlar mahrum kalası değil”. Bu şiirin sonraki bölümünde yer alan “Sohbetle parlar îman, tâlip kazanır irfan/İnsanı ârif yapan fesi, hırkası değil” ve “Önce doğru îmân et haramdan el etek çek/Rûha gıdâdır sohbet badem helvası değil” Bu ifâdeleri birlikte düşündüğümüzde tasavvuf şiirini şiir olmaktan öte “sohbet” olarak görmek gerektiği ortaya çıkar. Yine sohbet, târihsel köken olarak bizi Hz. Peygamber’in sohbet eğitimine, suffa ashâbına kadar götürür. Şiirin sohbet olarak görülmesi ise; bunlar Yûnus Emre’de en zirve örneklerini gördüğümüz gibi lirizmin doruğuna çıkan şiirler olsa bile asıl amacın öğretmek olduğu, dolayısıyla bu şiirlerin didaktik (öğretici) olduğu sonucunu ortaya koyar.

Burada şu akla gelebilir: Neden ehl-i tasavvuf, anlatımda şiiri seçmiştir? Bunu anlamak zor değildir. Şiir, nefs aradan çıkarılmışsa kalbin sesidir. İlham yâni içe doğuşla ilgilidir. Yüzeysel olanı değil derinlikli olanı anlatır. “Nasıl?” kadar “niçin?” sorusuna da cevap arar. Bu da anlama, kavrama gücünü artırır. Yine güzellik esastır şiirde. Bu kavramın tasavvufta taşıdığı değeri burada hatırlamak gerekir. Güzele bu kadar meftûn olmanın sırrı ise Allah, her şeyi güzel yaratmıştır.” (Secde, 7.), “Biz insanı, en güzel şekilde yarattık.” (Tîn, 4.) gibi âyetlerle ve “Allah güzeldir, güzeli sever” şeklindeki hadislerle açıklık kazanır. Yine mecazlı, sembolik anlatım, kelimelerin zâhirî anlamlarının ötesine geçerek onlara yeni anlamlar yükleme gibi özellikleri de şiiri dervişler için câzip hâle getirmiş olmalıdır. Burada o dönemde şiirin Anadolu’da gördüğü yüksek itibârı da hatırlamak gerekir. Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde her şey gibi şiir de kendiliğinden oluşan, boşlukta doğan bir şey değildir. Derin bir varlık idrâkinin kelimelerle vücut bulmuş şeklidir ki onu dervişler için önemli ve değerli kılan da budur.

Buraya kadar söylediklerimizin bu konularla ilgilenen hemen herkesin bildiği şeyler olduğunu elbette bilmekteyiz. Buna rağmen bu konuyu neden ele aldık? Bunu da izah etmemiz gerekiyor. Gelenekte “derviş”, “âşık, “miskin” gibi sıfatlarla anılan Yûnus Emre Meşrutiyet’ten sonra âdetâ bu sıfatlarından soyutlanarak ısrarla “şâir” olarak ele alınmakta ve aslî sıfatlarının üzeri örtülmek istenmektedir. Bu durumun asıl sebebini örtmek için de şâirliği yanına bir de “mistiklik” eklenmektedir. Bu yaklaşım, özünde iki mahzuru taşımaktadır. İlkinde tasavvuf mistisizmle, derviş de mistikle eş mânâlı hâle gelmektedir. Diğerinde ise dervişliğin götürdüğü tasavvuf, onun bizi taşıyacağı Kur’ân ve sünnet ikliminin de önü kapatılmak istenmektedir. İşte bu yazıdan amacımız, asıl bu sakıncalı yaklaşıma dikkat çekmektir. Nitekim Yûnus Emre pîrimiz, zaman içinde böyle bir algının oluşacağını fehmederek yazının başına aldığımız dörtlüğünde kendini hem “derviş” olarak adlandırma gereği duymuş hem de bu özelliğini zaman içinde hem bilenlerin hem de bilmeyenlerin olabileceğini belirterek, kendini anlama niyet ve gayreti içerisinde olanları “Bilenlere selâm olsun” şeklinde selâmlamıştır.

Sonuç Olarak

Yûnus Emre elbette niteliği çok yüksek şiirler söylemiştir. Bunlar bir Dîvân hâlinde tertip edilmiştir. Dolayısıyla o, has şâirdir. Aslında böyle anılmasında, gelenekte şâire biçilen misyon dikkate alındığında bir mahzur yoktur. Fakat yeni zamanlarda din ve tasavvuf konusuna dâir önyargılar, hattâ hasımlıklar sebebiyle şâirlik âdetâ seküler bir kavrama dönüştürülmüştür. Böyle olunca da mesele, şâirin metafizik olanla bağının olmadığı/olmayacağı iddialarına kadar varmıştır. Niyetleri itibâriyle sorunlu olanlar Yûnus Emre gibi bir ismi yok sayamayacaklarına göre onu “şâir” ya da “mistik” şâir” olarak niteleyerek din ve tasavvuf bağlamından koparmak isteyerek, karşımıza seküler değilse bile kendine göre bir din, insan, hayat algısı olan bir şâir çıkarmak istemişlerdir. Nitekim Türkiye’de neşredilen Yûnus Emre konulu bâzı kitaplarda onun için “Sevgiyi, insanlığı yücelten, tanrılaştıran, tanrıyı alçak gönüllere, insanlığa, sevgiye indiren, kıblesiz, mâbetsiz bir düşüncenin adamı” gibi değerlendirmelerin yapılması da söylediğimiz durumu belgeleyen örneklerden sâdece birkaçıdır. Bu sebeple tekrar belirtelim ki Yûnus Emre’ye “şâir” demek bir gerçekliği ifâde etmekle birlikte onu “derviş” sıfatıyla ele almak daha doğru olacaktır. Böyle bir adlandırma bizi tasavvufa ve dîne götüreceği için ancak böyle yaptığımızda Yûnus Emre’yi asıl bağlamı, zemîni ve muhtevâsı içinde ele almış oluruz.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak