Ara

Ancak Müslüman Olarak Ölünüz!

  Ancak Müslüman Olarak Ölünüz!  Dr. Mehmet Sürmeli İnsan, sürekli muhasebe ve murâkabe hâlini yaşamak sûretiyle i’tikâdî sapmalara karşı önlem almalıdır. Bir anlık gaflet insanın îmânsız gitmesine sebep olabilir. Yüce Allah, uhrevî kurtuluş için “Ancak Müslüman olarak ölünüz!”[1] diye ideal kavuşmayı göstermişken, bir şaka veya yanlış bir davranış insanı ebedî hüsranda bırakabilir. Nitekim şu hadis konuya yeterince açıklık getirmektedir: “Kişi îmânı ve amelleriyle cennete o kadar yaklaşır ki bir karışlık mesâfe kalır. Fakat öyle bir söz sarfeder ki cennetten tamâmen uzaklaşır.”[2] Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerî bu ebedi hüsrâna düşmemeleri için uyarmıştır. Âyetler dinden dönmeyi hem tanımlar hem de bunun uhrevî sonuçlarını bildirmektedir. Şu âyet irtidat ile ilgili hem bir tanım yapmakta, hem de mürtedin amellerinin netîcesini ortaya koymaktadır: “… Sizden kim dîninden döner ve kâfir olarak ölürse, işte öylelerinin dünyâya ve âhirete yönelik tüm yaptıkları boşa gidecektir. Onlar cehennem halkıdırlar ve ebediyyen orada kalacaklardır.”[3] Böyle kötü bir âkıbetten korunmak için de Allah Teâlâ; “Ehl-i kitaba itâat etmekten”[4], “kâfirlere ittibâdan”[5]; onların dünyâ görüşlerini ve hayat tarzlarını din edinmekten Müslümanları sakındırmıştır. Îmandan sonra küfrü tercih eden münâfıkları ve kitap ehlini kınayan[6] yüce Allah: “Küfür üzerine öldükten sonra yeryüzü dolusu altın fidye olarak verilse bile âhirette bir geçerliliğinin olmadığını”[7] bildirmiştir. Küfrü her hâlükârda tercîh eden bir kimse “Allâh’a hiçbir şekilde zarar veremez.”[8] Allah dilerse, kendinde bir varlık gören toplumları târih sahnesinden siler ve şu âyette beyân edildiği gibi başka milletler yaratarak nûrunu tamamlayabilir: “Ey îmân edenler! İçinizden kim dîninden dönecek olursa Allah (onları yok eder ve yerlerine) öyle bir toplum getirir ki hem Allah onları sever hem de onlar Allâh’ı severler. Bu toplum, inananlara karşı çok merhametli ve alçakgönüllü, kâfirlere karşı da çok (şahsiyetli ve) onurludurlar…”[9] İrtidâdın, îmânla ilgili konulara bütüncül bakmamaktan kaynaklandığına dikkat çeken Yüce Allah[10]; dînin sembolleriyle, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarıyla alay edilmemesini[11] önemle vurgulamıştır. Eğer bu kurallara uyulmazsa; “Kâfirler, mü’minleri Allâh’ın yolundan çevirerek amellerinin boşa gitmesine”[12] sebep olurlar ki ilâhî uyarılar da bu ve benzeri konularda yoğunlaşmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlere baktığımızda mürtedlere verilecek cezâlar ve onlara karşı yapılacak bâzı hukûkî tasarruflar üzerinde durulmaktadır. Sâdece âyetlerden yola çıkarak mürted olmayı “olağan bir hak” gibi algılayıp konu ile ilgili hadis ve uygulamaları reddetmenin doğuracağı bâzı sonuçlar vardır: 1-     Âyetleri beyân etmeyi veya yeni durumlarda teşri hakkını Hz. Peygamber (sav)’e tanımamak neticesini doğurur. Resûlullâh’ı ve hadislerini sıradanlaştırmak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım yükselen modern değerleri Allâh’ın ve Resûlü’nün önüne geçirmektir. 2-     “Batı bize ne der?” endişesiyle hareket edip dînimize ve ondan neşet eden kültürümüze karşı kompleksli yaklaşımı ortaya çıkarır. 3-     Bu gibi İslâmî hükümlerin uygulamasının “İslâm Devleti/Dârü’l İslâm” ile kâim olacağı gerçeğini gözardı ederek modern devlette uygulamaya kalkmak gibi, hukûku boşlukta uygulamak yanlışlığına düşürür. 4-     Hukûku ve dînî hükümleri bilmemenin bir mâzeret olduğunu kavrayamamak veya bunu gözardı etmektir. 5-     Kur’ân-ı Kerîm ve sünnetten yola çıkarak fıkıh yapan selef âlimlerimizi abesle iştigalle suçlayıp redd-i miras yanlışlığına düşüp köksüzleşmektir. İslâm hukûkunun âyet ve hadislerden hareketle ortaya koyduğu sonuçlar mâlûmken, yukarıdaki sebeplerden dolayı zuhûr eden kompleksli yaklaşımın şu rivâyetleri göz önünde bulundurması gerekir. Bu rivâyetler ki kendi sosyal ve siyâsal ortamında çok derin anlamlar ifâde eder. Fakat bu sosyal ve siyâsal ortam yok diye de zihinleri îmândan sonra küfre/vahiy dışı bir hayat tarzına açmamak gerekir. Hz. Peygamber (sav) birçok hadisinde insanların hayat hakkının güven altında olduğunu vurgulamıştır. Şu hadis buna delildir: “Kişi; dînini terk eder, İslâm cemaatinden ayrılır, evlilik hukûkunu yaşamış biri olarak zinâ eder veya haksız yere birisini öldürürse can emniyetini kaybetmiştir.”[13] Allah Resûlü, mânevî olarak da “küfrü tercih etmenin ateşe atılmaktan daha korkunç bir hâl”[14] olduğunu ilân etmiştir. Önceleri Müslüman iken dînini değiştiren kimselerin, dârü’l İslâm’da öldürülmesini emreden[15] rivâyetlerin varlığı da bir hakîkattir. Böyle bir hakîkat olmasına rağmen bu suçtan dolayı öldürülen insanlar yok denecek kadar azdır. Tüm târih boyunca siyâsî içerikli birkaç öldürmeden bahsedilebilir. Böyle bir cezânın yaygınlık kazanmamasının bâzı sebepleri vardır. Evvelâ İslâm, gönülleri tatmin eden; hayâtın tüm alanlarını kuşatan, ortalama aklın kavrayabileceği ve her türlü aşırılıktan uzak, çelişkisiz, kaynakları sağlam, model olarak Peygamber’i (sav) alan yaşanabilir bir dindir. Bütün bunlara rağmen bâzı insanlar Müslümanlığı kabûlden sonra küfre dönüş yaparlarsa, bu dönüş onların ibâdet ve sosyal hayatlarını etkileyen sonuçları da ortaya çıkarır. Eğer kişi mürted olarak ölürse yukarıdaki âyet ve hadislerde de beyân edildiği gibi tüm amelleri boşa gitmiştir. Âhirette kendisine hiçbir faydası olmaz. Dîninden dönen önce tövbeye dâvet edilir. İslâm’ın dışındaki dinlerden uzaklaşması istenir. İçine düştüğü şüphelerin hepsi giderilerek zihinsel açıdan tatmin edilmeye çalışılır. Netîcede her iki şehâdeti ve içeriğini kabûl ederse tövbesi makbûldür. İslâm’dan başka bütün dinlerden uzak olduğunu vurgulaması ise elzemdir.[16] Açıklandığı gibi mürtedin yaptığı tüm sâlih ameller boşa gitmiştir. Tekrar Müslümanlığı tercih ettiğinde ise eski amelleri geçerli sayılır. Hac farizasını yerine getirmişse haccın sevâbı dönmez; Hanefi mezhebine göre haccını yeniden edâ etmesi zorunludur.[17] Buradan da anlaşılıyor ki birçok hacının maalesef haccını tâzelemesi gerekir. İrtidat suçu ile berâber mürtedin Müslüman eşi ile olan nikâhında bir düşme olduğu gibi o, Müslüman mezarlığına da gömülemez. Müslüman akrabalarına mirasçı olamaz. Çünkü Resûlullâh (sav): “Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz.”[18] buyurmuştur. Buraya kadar anlatılanlardan varmak istediğimiz sonuç; küfre dönmenin ve irtidat etmenin uhrevî ve dünyevî sonuçlarına karşı müminleri bir defa daha uyarmaktır. Hz. Peygamber de (sav) konu ile ilgili endişeler duymuş ve Veda Hutbesi’nde bile bu endişesini şu cümlesi ile tekrarlamıştır: “Sakın ola ki benden sonra küfre dönerek birbirinizin boyunlarını vurmayınız.”[19] Aklı başında bir mü’min küfrün ne olduğunu bilerek hem kendisi uyanık olur hem de diğer mü’minleri irtidat olayına karşı bilinçlendirir. İnsanların kalbini teftiş ederek rastgele kimseyi tekfir etmez. Her zaman zâhire göre hükmeder. Kimsenin kalbini açıp da bakmak gibi bir görevi yoktur. Hz. Peygamber, bir olay üzerine zâhire göre hükmetmeyen Üsame b. Zeyd’ i şiddetle azarlamış ve “Öldürdüğün kişinin kalbini açıp da baktın mı?” demiştir. Üsame (ra), “Hz. Peygamber beni o kadar uyardı ki keşke bu olaydan sonra Müslüman olsaydım”[20] diye bu olaydan duyduğu pişmanlığı dile getirmiştir. Müslüman bir kimseyi hak etmediği halde tekfir etmenin vebâli ve sorumluluğu çok ağırdır. Yersiz yere tekfir mekanizmasını çalıştırmakla ilgili Hz. Muhammed’in (sav) şu hadisleri oldukça mânidardır: “Kim bir mü’mine (haksız yere) kâfir derse onu öldürmüş gibi olur.”[21] Kâfire müslümandır; cennetliktir demek nasıl büyük bir sorumluluk gerektirirse müslümana kâfir demek de o denli ağır bir vebâldir. Resûlullâh şu buyruğuyla müminleri uyarmıştır: “Bir kimse din kardeşine ‘Ey Kâfir’ diye konuşursa bu söz (kâfir ifâdesi) ikisinden birine döner.”[22] Yâni; ‘isâbet ettirilemeyerek söz yerini bulmazsa bu ithâmı yapan kimse kâfir olur’ denilmektedir. Sözün özü: İrtidat; Müslüman bir kimsenin İslâm dininin kurallarından birini veya tamamını inkar etmesi yahut İslâm’ın dışında bir dine girmesi veya ateist olmasıdır.[23] Dinin, “hayat tarzı”[24] olduğunu düşünürsek günümüzde birçok din vardır. İnsan ve toplum hayatını anlamlandırma ve hayata egemen olma iddiasındaki ideolojilerin hepsi birer dindir. Kapitalizm, sosyalizm, sekülerizm, pozitivizm, masonluk, nasyonel sosyalizm, hatta popüler kültürün oluşturduğu yaşam biçimleri de birer dindir. Müslümanlıktan muharref bir dine intikali irtidat olarak görüp ideolojik yaklaşım ve hayat tarzını seçmeyi bir din değişimi olarak görmemek çok yanlış bir yaklaşımdır. Kur’ân-ı Kerîm ve sünnetten böyle bir yaklaşıma dayanak bulmak imkansızdır. Dünya ticaret merkezi ekseninde oluşan “dünya düzeni”, Yahudi, Hristiyan ve Grek kültürünü yedeğine alarak sermaye çıkarlı bir din/hayat tarzı oluşturmuştur. Bu dinin merkezine ise kendileri gibi düşünen “Hüman(insan)” oturtulmuştur. Böyle bir dini kabul eden kimseler sermayeye ve onun varlığını borçlu olduğu tüketime boyun eğmeye icbar edilmişlerdir. Sermayeye kul olmakla medeni ve uygar olmak eşitlenmiştir. Böyle bir dinin elçileri çok uluslu şirketlerin temsilcileridir. İslâm dininin dışında hiçbir ideoloji ve sözde din bu tür bir hayat tarzıyla hesaplaşamaz. Müslümanlardaki hesaplaşma ruhunu kırabilmek için İslâm’la ilgili Kitapsız ve Sünnetsiz yorumlar yapılmakta veya yaptırılmaktadır. Ona güç veren cihâd ve iktidar ruhu zedelenmek için her türlü faaliyet hem gayri müslimler hem de işbirlikçi Müslümanlar tarafından eksiksiz ifa edilmektedir. Müslümanlar bu vahim durumu fark etmez ve “nöbet yerinde değil uyumak şekerleme bile yapacak” olurlarsa bir günde yüz binlerce Müslüman ve çocuğu kâfir olabilir. Böyle bir durumda Abdullah b. Amr’ın şu sözünü iyi düşünmek gerekir: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki mescitleri tamamen dolduracaklar fakat içlerinde hiç Müslüman olmayacaktır.”[25] Bu günler îmânı korumanın “avuçta kor ateş tutmak gibi”[26] zor olduğu günlerdir. Küfrün her türlüsüne ve ideolojik yapılanmalara karşı durarak İslâm dışı bir dünyâ düzenine set olup Kur’ân ve Sünnet merkezli bir hayatı tercih eden ve bu hayatın varlık alanı için mücadele edenler, avuçlarında kor ateşi tutabilenlerdir…   [1] Âl-i İmrân, 3/102 [2] Ahmed, Müsned, C.IV, s.68 [3] Bakara, 2/17; Bak. Maide, 5/5 [4] Âl-i İmrân, 3/100 [5] Âl-i İmrân, 3/149 [6] Bak. Âl-i İmrân, 3/190 [7] Âl-i İmrân, 3/91 [8] Âl-i İmrân, 3/144 [9] Maide, 5/54 [10] Bak. Nisa, 4/136 [11] Bak. Tevbe, 9/65 [12] Muhammed, 47/1 [13] Ahmed, Müsned, c. IV, s.180; Abdurrezzak, a.g.e, c. X, s.167; Nesai, Tahrimüddem, 37, Had. No:5, c. VII, s.90-1 [14] Ahmed, Müsned, c. III, s. 103 [15] Abdurrezzak, a.g.e, No:9413, c.V, s.213; İbn-i Mace, Hudud, 2, No:2535, c.II s.848; Nesai, Tahrimüddem, 37, Had. No:14, c. VII, s.104 [16] Mavsıli, a.g.e, c.V, s.145-6; Cezeri, a.g.e, c.V, s.437-8; Zuhayli, a.g.e, c.VI, s.187 [17] Cezeri, a.g.e, c.V, s.439; Zuhayli, a.g.e, c.II, s.133 [18] Ahmed, Müsned, c.V, s.200 [19] Ahmed, Müsned, (Tah: Muhammed Şakir, Had. No: 5578) c. VII, s.275 [20] Ahmed, Müsned, c.V, s.200; Hakim, Müstedrek, no.4599, c.III, s.126 [21] Suyuti, Cami’u-s Sağir, Had. No:8712, c.II, s.527 [22] Ahmed, Müsned, (Tah: Muhammed Şakir, No:4688) c.VI, s.314; Acluni, Keşf’u-l Hafa, No: 254, c.I, s.94 [23] Dini Terimler Sözlüğü, (Komisyon), M.E.B yay, II. Bask, Ankara 2009, s.174 [24] Bak. Fetih, 48/28 [25] Tahavi, Ebu Cafer, Müşkil’ü-l Asar, Daru’l İlmiye, Beyrut, 1995, c.I, s.205 [26] Suyuti, Cami’u-s Sağir, No:9988, c.II, s.589

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak