Ara

Türk Dış Politikası'nın Fay Hatları ve Şanghay İşbirliği Örgütü Tartışmaları

Türk Dış Politikası'nın Fay Hatları ve Şanghay İşbirliği Örgütü Tartışmaları

Uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde belki de çok nadir görülen uzlaşı konularından biri devletlerin dış politika uygulayıcısı olarak tek ve meşru aktör oldukları konusudur. Ancak dış politikada karar alma süreçleri ve bu süreçler içerisinde hangi aktörlerin hangi düzeyde etkili olması gerektiği uluslararası ilişkiler literatürü içerisinde oldukça geniş ve hararetli tartışmaları da ortaya çıkarmıştır. Bu süreci etkileyebilecek unsurlar, aktörler, kişiler ve gruplar ideolojik tartışmaların da önünü açmıştır. Uluslararası İlişkiler literatüründeki bu tartışmanın teknik ayrıntılarına fazla değinmeden Türkiye'nin özellikle AK Parti iktidarı sonrası yeni dış politika aktivizminin de benzer bir tartışmanın tarafı olduğu iddia edilebilir. Ancak dış politika konusunda bu taraflılık kesin ve mutlak bir çizgi ile çizilemez. Dolayısıyla herhangi bir dış politika konusunu ele alırken meseleye hangi ideolojik zeminden baktığınız kadar hangi rasyonel ve tutarlı sorgulamalar ışığında analiz yaptığınız da önemlidir. Hatta ikincisinin birincisine ilkesel üstünlüğü de vardır denilebilir. Bu yazıda ele alınacak olan ŞİÖ (Şangay İşbirliği Örgütü) de özellikle 2001 sonrası hem ideolojik hem de rasyonel ve tutarlı sorgulamalar içerisinde ele alınan ve tarafların aşağı yukarı belirli olduğu önemli bir dış politika konusudur. Bu yazıda Türkiye'de medya ve bazı stratejik araştırma kuruluşlarında tartışılan Türkiye ve ŞİÖ tartışmalarının içeriği ele alındıktan sonra bu tartışmalardaki somut iddialar üzerinden tarafların argümanları sorgulanacaktır. ŞİÖ'nün kurumsal yapısı, işbirliği alanları ve stratejik hedefleri kısaca değerlendirildikten sonra Türkiye'deki tartışmalara bir katkı olarak yükselen güçlerin dış politika yapım süreçlerinin tek bir ideoloji veya çıkar üzerinden değil çok yönlü ve birbiri ile ilişkili stratejik hedef ve araçlarla oluştuğu iddia edilecektir. Türkiye'nin özellikle son yıllarda AB ile ilişkilerinde esen olumsuz havanın da etkisiyle dış politika söylemlerinde belirgin bir değişim olduğu açıktır. ŞİÖ tartışmasının fitilinin yine Başbakan'ın bir söylemi üzerinden yakılması bunun açık bir göstergesidir. Konuyla ilgili tartışma başlamadan önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir televizyon kanalında şu açıklamayı yapmıştı: "AB bizi unutmak istiyor ama çekiniyor unutamıyor. Hâlbuki bir açıklasa biz rahatlayacağız. Oyalayacağına bizi, açıklasın biz de işimize bakalım. Oturup konuşuyorsunuz bize kalkıp da hakikaten ikna edeci bir şey söyleyemiyorlar. Şimdi tabii bu böyle olumsuz bir şekilde gidince siz de ister istemez 75 milyonun bir başbakanı olarak başka arayışlar içerisine de giriyorsunuz. Onun için geçenlerde sayın Putin'e onu söyledim, bizi Şangay Beşlisi içine alın dedim. Alın bizi Şangay Beşlisi içine biz de AB'ye "allahaısmarladık" diyelim, ayrılalım oradan. Bu kadar oyalamanın ne anlamı var?"[1] Başbakan'ın bu açıklamalarının ardından Türkiye'nin ŞİÖ'ye katılıp katılamayacağı tartışmalarının yanı sıra ŞİÖ'nün AB'ye alternatif olup olamayacağı tartışmaları da hız kazandı. Ancak ne yazık ki tartışma fazlasıyla medyatik ve ideolojik bir zeminde yapıldığı için Başbakan'ın söylemlerinde bile açıkça ortaya çıkan "mesaj" vurgusu sanki Türkiye'nin dış politikasının ciddi bir alternatif arayışı içinde olduğu algısına dönüştürüldü. Hâlbuki ne ŞİÖ beş üyeden oluşan ne de kurumsal olarak AB'nin alternatifi olabilecek bir örgüttür. Tartışmayı ittifaklar, dış politikada ulusal çıkar ve söylemler üzerinden değerlendirebilecek ortam eksikliğinden dolayı ne Avrasya jeopolitiğinin ciddiyeti ne de ŞİÖ'nün karşılaştırılabileceği NATO ve yeni stratejik ittifaklar gündeme geldi. Bu tartışmanın Türkiye gündemini meşgul etmesinin asıl sebebi dış politikada belirleyici etkenlerden biri olan tarihsel süreklilik unsurlarının yine tarihsel bir kriz anında yeniden sorgulanıyor oluşudur. Türkiye'nin modern siyâsî tarihi boyunca yüzleşmek durumunda kaldığı doğu-batı dikotomisi sadece sosyal ve ekonomik alanı değil siyaseti ve bununla irtibatlı olarak devletin dış politika perspektifini de etkilemiştir. Yirminci yüzyıl ortasına kadar Avrupa ülkeleri ile stratejik ilişkiler geliştiren Türkiye, yüzyılın ikinci yarısında ABD ve NATO ittifakı içerisinde yer almış ve dış politikasını da böyle bir tarihsel süreklilik üzerine inşa etmiştir. Son iki yüzyıllık modernleşme süreci ele alındığında doğu-batı dikotomisi içerisinde Türkiye'yi Batılı ittifak oluşumlarının dışında da alternatif ittifak oluşumlarına doğru iten çeşitli dönemler yaşanmıştır. 1962 Küba füze krizi ve 1964 Johnson mektubu gibi örneklerin de gösterdiği gibi Türkiye dönem dönem bu ittifakı sorgulamış ve kendi çıkarlarına göre hareket etme tavrını göstermiş bir ulus devlettir. Buna rağmen bu tarihsel süreklilik neredeyse iki yüzyıldır hiç bir kırılma yaşamamıştır. Kriz dönemlerinde daha fazla ve derinlemesine kendini gösteren batı dışı ittifak arayışı ŞİÖ tartışmalarında da gündeme gelmiştir. ŞİÖ tartışmaları özelinde bu arayış birbirinden farklı üç kesim tarafından sorgulanmıştır. Özellikle İşçi Partisi ve Aydınlık grubu ile tanımlanabilecek ulusalcılara göre Türkiye'nin jeopolitiği Avrupa'dan daha çok Avrasya coğrafyası üzerinden kurgulanmalıdır. Her ne kadar Başbakan tarafından dile getirilen bu alternatif ideolojik olarak eleştirilse de Ulusalcılar açısından Avrasya coğrafyasının rasyonel ve makul bir parçası olan Türkiye ŞİÖ'ye üye olmalıdır. Avrasya coğrafyasını ulusalcılara göre daha dar ve özellikle Orta Asya'daki Türk ve Müslüman toplumlar üzerinden tanımlayan ve kendini MHP ve muhafazakâr milliyetçiler üzerinden ifâde eden bakış açısına göre Türkiye bölgedeki Türk ve Müslüman topluluklarla ilişkilerini geliştirmelidir. Gerekirse stratejik ortaklığa kadar gidebilecek bu ilişkiler ile Rusya ve Çin ile geliştirilecek ilişkiler birbirinden farklı olmalıdır. Dolayısıyla ŞİÖ üyeliği Türkiye için önemli ancak bir o kadar da dikkatle atılacak adımlar sonrası olabilecek bir ihtimaldir. Son olarak AK Parti ve yeni dış politika aktivizmi ile tanımlanabilecek olan bakış açısına göre ise Osmanlı coğrafyasında yaşayan Müslümanlarla işbirliği, sosyal ve kültürel zeminin yeniden inşası önemlidir. Dolayısı ile Avrasya coğrafyası içerisindeki herhangi bir stratejik ittifak ve oluşum Türkiye açısından önem taşımalıdır. Bu önemin siyâsî içeriği ve dış politika yapım sürecine etkileri ise hala tartışılmaktadır. Tartışmayı taraflar üzerinden değil de tartışma konusunun asıl aktörleri üzerinden sürdürdüğümüzde daha tutarlı bir analizin imkânı da ortaya çıkmaktadır. ŞİÖ 1996 yılında Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından kurulan ve önceliği güvenlik ve ekonomik işbirliği olan bir kurumdur. 2001 yılında Özbekistan'ın katılımı ile "Şanghay Beşlisi" ismini ŞİÖ olarak değiştiren kurum bu tarihten sonra stratejik hedef ve kurumsal yapısında da önemli reformlar yapmıştır. Çince ve Rusçanın resmi dil olduğu ŞİÖ'ye Pakistan, Hindistan, İran, Afganistan ve Moğolistan gözlemci olarak kabul edilmiştir. Sri Lanka ve Belarus ile beraber ŞİÖ'nün diyalog ortağı olan Türkiye'nin yansıra Türkmenistan, ASEAN (Güneydoğu Asya Milletler Topluluğu) ve CIS (Bağımsız Devletler Topluluğu) da misafir katılımcıdır. Kuruluş aşamasında güvenlik ve ekonomik işbirliği vurgusunun yapıldığı ŞİÖ özellikle 11 Eylül sonrası üye devletlerarasındaki kültürel ve stratejik ilişkilerin geliştirilmesini de gündemine almıştır. Üye devletlerarasındaki ilişkiler ele alındığında da aslında hiyerarşik bir yapı açıkça kendini göstermektedir. Hâlihazırda Rusya ile çeşitli işbirliği anlaşmaları yapan Orta Asya ülkeleri örgüt içinde biraz daha pasif bir durumdadır. Örgütün ana faaliyetleri ise Rusya ve Çin'in belirlediği stratejik hedeflerle belirlenmektedir. Rusya ve Çin gibi iki süper gücün etkisinin ciddi bir şekilde hissedildiği ŞİÖ'nün ne kapsayıcılık ne de teknik işbirliği konularında AB ile karşılaştırılması mümkündür. AB sadece ekonomik ve güvenlik işbirliği amacı ile değil bunun yanı sıra siyâsî, kültürel ve sosyal entegrasyon çabalarının en sofistike şekilde kurumsal bir çatı altında toplandığı ulus ötesi (supranational) bir kurumdur. Bunun dışında özellikle Türkiye'nin ŞİÖ üyeliğine karşı çıkanlar tarafından dile getirilen demokrasi ve insan hakları bakımından da AB ile ŞİÖ arasında önemli farklılıklar vardır. Aslında ŞİÖ ile karşılaştırılabilecek en makul kurum NATO'dur. ŞİÖ askeri kabiliyete sahip bir örgüt değildir. Üye ülkeler arasında güvenlik, aşırılık ve terörizm konularını da içeren, sınır bölgelerindeki askerî güçlerin azaltılması gibi çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalanmasına rağmen askeri kurumsallaşma ve ittifak zirve toplantılarında vurgulanmamaktadır. Örgüt daha çok ticari, ekonomik ve kültürel işbirliğine vurgu yapmayı tercih etmektedir. Buna rağmen 2005 yılındaki Astana zirve toplantısında Rusya dışişleri bakanı Sergey Lavrov "Şanghay İşbirliği Örgütü tümüyle yeni bir jeopolitik entegrasyon modelini oluşturma sürecinde yer almamız için bize eşsiz bir fırsat sunuyor" ifâdesi ile yeni bir dönemin de kapısını aralamıştır. Aynı toplantıda üye ülkeler ABD'nin ŞİÖ ülkelerindeki askeri varlığına son vermesi gerektiğini açıkça ifâde etmişlerdir. Stratejik açıdan değerlendirildiğinde ise Avrasya jeopolitikçisi Zbegniew Brzezinsky'nin Avrasya ana karasını dünya jeopolitiğinin en önemli noktası olarak tanımlaması da ŞİÖ'nün önemini göstermesi bakımından anlamlıdır. Çin sınırlarından İran'ın muhtemel üyeliği sonrasında Basra Körfezi'ne kadar ulaşabilecek yeni bir ittifak zinciri ortaya çıkabilir. Tam da böyle bir durumda ŞİÖ ve NATO Anadolu, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'da ciddi bir rekabet içine girebilir. İşte böyle bir durumda ŞİÖ konusunun Türkiye için ideolojik değil rasyonel ve tutarlı bir zeminde tartışılması gerekmektedir. Başbakan'ın söylemleri ile başlayan tartışmalar şimdilik medyatik ve ideolojik tarafgirlik dışında derinlemesine analizlerle tartışılamamaktadır. Her ne kadar Başbakan'ın ifâdeleri AB ile yaşanan gerilimli ilişkiler sırasında belirli mesajlar taşısa da bu söylemi AK Parti iktidarı boyunca gözlemlediğimiz dış politika prensiplerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Hem medeniyet söyleminin bir parçası hem de çok boyutlu dış politikanın rasyonel bir aracı olarak kullanılan ŞİÖ üyeliği meselesi 2012 yılından itibaren diyalog ortaklığı resmi boyutuna taşınmıştır. Sonuç olarak Türkiye'nin iki yüzyıldan beri Avrupa ile süregelen ikircikli ilişkileri 21. yüzyılın başında bir kriz yaşamaktadır. Bu krizin nasıl yönetildiği nasıl sonuçlanacağından daha önemlidir. Avrupa açısından bakıldığında siyâsî zemin oldukça tek yönlü ve ideolojiktir. AB üyesi ülkeler arasındaki ekonomik ve sosyal gerilim alanları da düşünüldüğünde bu sürecin Türkiye üzerinde kısa vadede negatif etkileri olacağı aşikârdır. 2001 sonrası Türkiye'nin tecrübe ettiği ekonomik, sosyal ve siyâsî canlanma dolaylı olarak dış politikayı etkilemiştir. Bazı temel ilke ve kurumların oluşmasıyla da dış politika söylemi Türkiye'nin son yıllardaki ekonomik büyümesi ve sosyal kalkınmasının da tamamlayıcısı olmuştur. Bu yönleri ile uluslararası ilişkiler literatüründe klasik bir yükselen güç örneğini oluşturan Türkiye'nin eski dış politika alışkanlıklarına geri dönmesi beklenemez. ŞİÖ tartışmalarının da gösterdiği gibi Türkiye yeri geldiğinde tatlı gerginliklerle mevcut kriz yönetimini dinamik bir şekilde sürdürmektedir. Dolayısı ile ŞİÖ tartışmalarında iddia edildiği gibi ne eksen kayması ve Avrasyacı söylem ne de AB ve Batı dünyası ile körü körüne ilerleyen bir ittifak ilişkisinden bahsetmek mümkündür. Türkiye yükselen güçlerin yeni dış politika aktivizmlerine benzer bir şekilde nerdeyse bütün ilişkilerinde daha ilkesel ve pazarlıkçı bir dış politika uygulamaktadır.

Kadir Temiz 

[1] http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=47710:erdogan-dan-putin-e-bizi-sangay-beslisi-ne-alin-ab-yi-unutalim&catid=214&Itemid=915

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak