Ara

Musul Geri Alınabilir Miydi?

Musul Geri Alınabilir Miydi?

LOZAN SONRASINDA İNGİLİZ ENTRİKALARI

Lozan sonrasında Türkiye ve İngiltere, İstanbul’da tertiplenen Haliç Konferansı’nda Musul meselesini çözmek için bir araya geldiler. 19 Mayıs-5 Haziran 1924 tarihleri arasında meseleyi müzakere ettiler.

Türkiye’yi temsil eden Fethi (Okyar) Bey, Musul’un coğrafî ve ırkî bakımlardan Türkiye’ye ait olduğunu savunurken, İngiltere temsilcisi Sir Percy Cox ise, Musul’un Irak’a bırakılması gerektiğini ve Nasturilerin iskânı için Hakkâri’nin Irak sınırlarına dâhil edilmesini talep etti. Böyle yaparak İngiltere, Lozan’da uygulamaya koyduğu, görüşmeleri çıkmaza sokup meseleyi Cemiyet-i Akvam’a götürme taktiğini izliyordu.

Nitekim İngiltere’nin istediği oldu ve Haliç Konferansı’nda bir sonuç ortaya çıkmadı. Cemiyet-i Akvam, İngitere’nin müracaatı üzerine 20 Eylül 1924’te meseleyi görüşmeye başladı. İngiltere temsilcisi Lord Parmoor, konuyu bir Musul ve petrol meselesi olmaktan çıkarıp, Türkiye-Irak sınırının belirlenememesi olarak takdim etme kurnazlığına başvurdu. Buna karşılık Türkiye temsilcisi Fethi Bey de, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasını tekrarlarken, bölgede plesibit (halk oylaması) yapılması teklifinde bulundu.

Parmoor, bu teklifi (Türkiye lehine sonuçlanacağını tahmin ettiğinden) şiddetle reddetti ve konunun incelenmesi için bağımsız bir heyetin oluşturulması teklifini getirdi. Genel kurul tarafından bu istek benimsendi ve 30 Eylül’de İsveçli Auf Wirsen başkanlığında üç kişilik bir heyet teşkil edildi. Heyet, hazırladığı raporda; “Türkiye, Musul üzerindeki hukuki haklarından vazgeçmedikçe, Musul’un bir başka devlete devredilmesi imkânsızdır.” diyerek Türkiye’nin Musul üzerindeki tabii hakkını tanımakla birlikte, Musul’un Irak sınırlarına dâhil edilmesi ve 25 yıllığına İngiliz mandasına bırakılması gerektiğini savundu. 3 Eylül 1925’te İngiltere temsilcisi raporu memnuniyetle kabul ederken, Türkiye temsilcisi Tevfik Rüştü (Aras) Bey reddetti ve “Türkiye’nin hâkimiyet hakkından vazgeçmeyeceğini” bildirdi.

Bu itiraz karşısında Cemiyet-i Akvam, meseleyi 19 Eylül’de Lahey Adalet Divanı’na gönderme kararı aldı. Adalet Divanı, 21 Kasım 1925’te, Cemiyet-i Akvam’ın kararının bağlayıcı olduğu sonucuna vardı. Türkiye, uğradığı haksızlığa tepki olarak 17 Aralık 1925’te Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı imzaladı.

Bu arada İngiltere boş durmadı. Irak’ın kuzeyi ve Anadolu’nun doğusunda birtakım gaileler çıkartarak Türkiye’yi meşgul edip bunaltmak ve dikkatini dağıtmak suretiyle meseleyi kendi çıkarı ekseninde halletmekten alı koymak istedi. Bu amaçla, Mardin Dağlarındaki Nastûrileri silahlandırıp isyan ettirerek Türkiye’yi zafiyete uğratma ve oyalama taktiğini güttü. Haliç Konferansı ve Cemiyet-i Akvam müzakerelerine rastlayan bu isyan vesilesiyle Türkiye’nin önüne, Musul’u ele geçirme fırsatı doğmuş ve ciddi anlamda gündeme gelmişti. Ancak bu imkân da diğerleri gibi telef edildi ve bir işe yaramadı.1

KAÇAN BÜYÜK FIRSAT

İkinci TBMM’de Edirne mebusu Cafer Tayyar (Eğilmez), Nasturi İsyanını bastırmak üzere memur edilince; Musul meselesinde çıkmaza girildiği takdirde Nastûrileri tenkil bahanesiyle Musul’a girilmesi (aynen mütarekede İngilizlerin yaptığı gibi) hakkında kendisine bir emr-i vaki yapılması mevzuunda Mustafa Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile mutabık kalmışlardı. Hatta Cafer Tayyar Paşa, bu fiilî işgalin müttefiklerin (İngiltere’nin) şiddetli muhalefeti sebebiyle onaylatılamaması hâlinde, bütün mesuliyetin şahsına yüklenip, icabında resen hareket etmek ithamıyla idam edilmeye bile tüm samimiyetiyle rıza göstermişti. Ne yazık ki bu mevzuda kendisine beklenen şifreli bir işar vaki olmaması sebebiyle bu niyet ve teşebbüs de akim kalacaktı.

Çünkü İngiltere, Ankara’ya üst üste sert notalar gönderince, durumun ciddiyetinin farkına varan Mustafa Kemal, kurulan yeni Cumhuriyet’in İngiltere ile arasının açılması ve yeni badirelere sürüklenmesi ihtimalinden dolayı derin bir kaygıya kapılmış ve Cafer Tayyar Paşa’ya geri çekilme talimatı göndermişti. Gelen emirden şoke olan paşa, Ankara’ya çektiği cevabî telgraflarda “bu fırsatın bir daha ele geçmeyeceğini; İngiltere’nin, Irak’ta ve Ortadoğu’da Arapların artan bağımsızlık talebi ve milliyetçi tepkileriyle başının belada ve bizimle uğraşamayacak kadar sıkışık olduğunu; dolayısıyla gönderdikleri notaların boş bir blöften ibaret olup yeni bir savaşı her anlamda kesinlikle göze alamayacağını” bildirerek büyük bir inatla direniyor ve geri çekilmeyi şiddetle reddediyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa kendisini bizzat Ankara’ya çağırmış ve -Tayyar Paşa’nın Raif Karadağ’a anlattıklarına göre- aralarında geçen uzun ve sert müzakerelerden sonra birliklerin geri çekilmesine karar verilmişti. Fakat Tayyar Paşa yine kabul etmemiş ve Musul, paşanın görevinden azledilmesiyle ancak boşaltılabilmişti.

Feridun Kandemir’in kaleme aldığı “Hatıraları ve Söylemedikleriyle Rauf Orbay” adlı eserde yukarıdaki hâdisenin serencamı tafsilatıyla anlatıldıktan sonra, C. Tayyar Paşa’nın şu ifadelerine yer verilmektedir: “Bu harekât esnasında bana Ankara’dan en ufak bir işaret verilmiş olsaydı, Musul vilâyetini bir hafta, nihayet on gün içinde kâmilen işgal edebilirdim.” Üstelik Lozan Konferansı’nın başarısızlıkla bitmesi hâlinde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti tarafından “çok gizli” kaydıyla “Musul’un kaybını önleyecek bir taarruz planı” da hazırlanmıştı. Maalesef bu da dikkate alınmayacak ve atıl kalacaktı.3

MUSUL’UN BAHŞEDİLİŞİ VE GELİRİMİZİN AKIBETİ

Sonunda Türkiye daha fazla direnemedi ve Musul’un Irak sınırlarına katılmasını, 5 Haziran 1926’da İngiltere ve Irak ile imzaladığı Ankara Antlaşmasıyla kabul etti. Musul, İngiliz mandasındaki Irak yönetimine bizim pasifliğimiz ve dirayetsizliğimizden faydalanarak kelimenin tam anlamıyla bahşedilmişti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, kurt İngiliz diplomatların blöfünü yutmuş ve onların tahmininden de ucuza kapatmıştı. Zira İngiltere daha uzun vadeli ve daha yüksek, %25 kâr payı vermeyi düşünürken, Aras %10’a razı olmuştu. Petrolden “hisse değil de kâr payı almanın” korkunç tuzağına düştüğümüz, 1927’de Irak’taki Baba Gürgür kuyularından gürül gürül petrol akmaya başlayınca ayan beyan hale gelmişti.

Ekonomisi felç olmuş vaziyetteki yeni Türk devletinin kalkınması ve gelişmesi adına büyük bir ekonomik kaynak da böylelikle telef edilmişti. Bunun tarihî arka planı hakkında Tarihçi Kadir Mısıroğlu şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Muhtemeldir ki İngilizlerin Türkiye’yi geçit vermez sarp dağların bittiği noktada hudutlandırarak mümbit araziyi ve bilhassa petrolü dışarıda bırakmaları, onu Garp’a ve hassaten de kendilerine muhtaç bir istikbale sevk ederek, bu ihtiyaçların tatmini mukabilinde arzu ettikleri birtakım içtimaî değişiklikleri gerçekleştirmeye icbar içindir.”

Türkiye, zikri geçen anlaşma uyarınca Musul petrollerinden 25 yıllık yüzde 10 hisse mukabilinde buranın Irak’a ait olduğunu kabul etmişti. Bununsa hiçbir zaman ödenmediğini Mısıroğlu, 25 sene müddetle Cumhuriyet bütçelerine düşülen sembolik “bir lira, muhtemel Musul petrol geliri” kaydına dayandırmaktadır. Bir rivayete göre de Türkiye 25 yıllık hissesini 500 bin İngiliz paundu karşılığında peşin almıştır. Başka bir rivayette ise Irak, Türkiye maliyesine 1951’e kadar belirli miktarlarda ödeme yapmış, iki sene aradan sonra 1954’te de yüklüce bir ödeme yapmıştır. Ancak bu tarihten sonra bir daha ödemede bulunmayıp sadece bütçemizde “tahmini alacak gelir” olarak zikredilmiştir. Bugün itibariyle kalan borcun 30 milyon sterlin tutarında olduğu tahmin edilmektedir.

Bu netameli hususta en derli toplu malumata, Feridun Ergin’in makalesinde rastlamaktayız:

“Ankara Antlaşması’ndan sonra hakkımızı 5 milyon liraya devrettiğimize dair bir söylenti çıkmıştı. Lord Kinross da, Türkiye’nin kendisine bırakılan %10 paydan peşin 500 bin sterlin karşılığında vazgeçtiğini yazar. Ancak İstatistik Yıllığı’nın birinci cildinde, 1926, 1927 ve 1928 bütçe gelir cetvellerinde, Musul petrollerinden bu miktarlarda bir hasılat girişi gösterilmemektedir. İstatistik Yıllığı’nın 14. Cildinde, Musul petrollerinden 1935-1941 yıllarındaki tahsilat yer almaktadır: 1935-597.000 TL, 1936-618.000 TL, 1937-715.000 TL, 1938-1.066.000 TL, 1939-920.000 TL, 1940-687.000 TL, 1941-619.000 TL. Twentieth Century Fund hesabına Türkiye ekonomisini izleyen Max Weston Thornburg, 1947’de bütçe gelirlerinin %0,2 oranında (2,2 milyon lira) hâsılat beklendiğini yazar. 1950’li yıllarda, bütçe gelir tahminlerinde 5 milyon ile 100 milyon arasında rakamlar göze çarpmıştır. Yılsonu tahsilâtını inceleyen Bütçe Komisyonu raportörleri, hiçbir tahsilât yapılmadığını tespit etmişlerdir. Maliye Bakanlığı alacağımız olduğunu, fakat tahsil edemediğimizi söylemiştir. 24 Şubat 1955’te imzalanan Bağdat Paktı, ertesi gün onaylanmak üzere TBMM’ne sunulmuştur. Dışişleri Komisyonu’nda görüşülürken Irak petrollerinden alacaklarımız hakkında açıklama rica edilmiştir. Başbakan (Menderes) gülümseyerek, “Terazinin bir gözüne Irak’ın dostluğunu, diğer gözüne de alacağımızı koyuyoruz!” yanıtını vermiştir.”

Musul ve Kerkük’teki zengin petrol kaynakları Irak’a da yâr olmayacaktı. Çünkü Irak hükümeti, petrol konsorsiyumu Irak Petroleum Company (IPC) ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalacaktı. Anlaşmada, şirketin Britanya malı olarak kalacağı, başkanın Britanyalı biri olacağı ve verilen tavizin 2000 yılına kadar süreceği şartları alenen dayatılmıştı. Böylece IPC petrol tarihindeki en efsanevî yatağı, yüksek kârla istediği gibi işletmekte tümüyle özgür kalmıştı.2

ABDÜLHAMİD’İN TAPULARIYLA GERİ ALINABİLİR MİYDİ?

Kadir Mısıroğlu gibi bazı tarihçiler ve uzmanlar Musul ve Kerkük’ü siyasi bakımdan kaybetmemize rağmen, II. Abdülhamid Han’ın çıkardığı 1888 ve 1898’deki İrâde-i Seniyye’den doğan Osmanlı Hanedanının şahsi mülkiyet hakkına dayanarak, milletlerarası alanda verilecek diplomatik ve hukukî mücadele sonucunda Türkiye’nin en azından petrollerinden istifadesinin imkân dâhilinde olduğunu savunmuşlardır.

Ne yazık ki, hilafetin kaldırılmasını müteakip Osmanlı hanedanının vatandaşlıktan ihraç edilmesi ve vatandan sürgün edilmesi sonucunda bu haktan istifade imkânının ortadan kalktığı ve Türkiye için hayatî ehemmiyete sahip Musul petrollerine yönelik son fırsatın kaçırıldığı gerçeği de ilaveten bu iddianın sahiplerince dile getirilmiştir. Çünkü 3 Mart 1924’te çıkan 431 sayılı kanunun 8 ve devamındaki maddeler, sultanlar adına kayıtlı gayrimenkulleri hazineye devretmişti. Buna göre yalnızca ülke içindekiler değil, dışarıdaki gayrimenkuller de elden çıkmıştı.

Konuyu, Osmanoğulları daha önce Lozan’da gündeme getirmişlerdi. Ancak İngiltere’nin petrollere sahip olmak için uydurduğu “sahte ferman” engeliyle karşılaşmışlardı. İngiltere’nin İstanbul büyükelçiliği tercümanı Sir Andrew Ryan tarafından hazırlanan fermanda, Abdülhamid’in tahtını devrederken şahsî tapusunu “fakir kalmasın” diye Osmanlı Devleti’ne hibe ettiği öne sürülmüştür. Bunu delil olarak öne süren İngilizler Osmanoğullarının haklarını gasp etmişlerdi. 1991’deki 1. Körfez Savaşı esnasında konuyu Özal’ın emriyle araştıran Tarihçi Prof. Mim Kemal Öke, böyle bir sahte fermanın hazırlandığını doğrulamıştır.

1930 yılında II. Abdülhamid adına ellerinde 300 milyon altın değerinde 50 bin tapu senedi bulunduran vârisler, İsviçre Federal Mahkemesinde açtıkları davayı kazanacak ve sultanın Türkiye dışındaki emlâkine mirasçı kılınacaklardı. Lâkin aynı yıl, Fransız-Türk, İtalyan-Türk ve İngiliz-Türk Karma Hakem Mahkemeleri üç ayrı kararla takipsizlik kararı verecekti. Bahis konusu uluslararası davalar 1940’ların ortalarına dek sürmüş, fakat bir sonuç alınamamıştır.

Osmanlı Hanedanı’na mensup vârisler, 1974 yılından beridir dedelerinden kalma “kaybolmuş” hak ve miraslarını tescil ettirmek için Türkiye içinde ve dışında yoğun bir hukukî mücadele sergilemektedirler. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ve Saddam rejiminin yıkılması sonucunda gayrimenkullerini geri almak için Irak geçici hükümetine başvuran 15 bin Türkmen’in arasında II. Abdülhamid’in torunları da yer almıştır.

Gerekli belgeleri toplayan Osmanoğulları, Musul ve Kerkük’teki petrol ve toprak haklarını elde etmek için ABD’nin ofislerine avukatları aracılığıyla başvurmuşlardır. Hukukçular, Osmaoğullarının haklarına kavuşabilecekleri yönünde birleşmektedir. 1985’te Osmanlı mirasının bulunduğu birçok ülke ile birlikte Irak’la da emlak antlaşması imzalandığını vurgulayan Hukukçu Habib Hürmüzlü, uygulanmasa da antlaşmanın geçerliliğini koruduğu görüşünü öne sürmektedir.4

Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilme çabalarının hüküm sürdüğü mevcut süreçte Musul’a düzenlenen hareket, bu noktada Türkiye’nin elini güçlendirir mi? Hanedan-ı Ali Osman’ın tarihten devreden hukukî haklarından yararlanarak, en azından eski borçları tahsil edip, petrol gelirlerinden daha fazla pay alabilir mi? Tarihten devretmiş gasp edilmiş tescilli bir hakkı ve mülkü geri alabilme imkânını ne ölçüde sunabilir? Asırlık Musul ve petrol davası çözülebilecek mi? Bekleyip göreceğiz; zaman ve şartlar umarız lehimize tecelli eder.

PETROL MÜSLÜMANLARA NE ZAMAN GÜÇ VE MUTLULUK GETİRECEK?

Anlaşılan o ki, petrol, İslam Âlemi/Müslümanların kaderini belirlemeye, Ortadoğu’nun haritasını tekrar tekrar çizmeye, siyasî dengeleri değiştirmeye ve bölgede yeni yeni savaşlar, krizler, darbeler, suikastlar ve terör hareketleri doğurmaya teşne. Bir süre daha Batılı güçler bu coğrafyada cirit atacak, petrol kaynaklarını ellerinde tutmak için savaşlar, darbeler ve çeşitli emperyalist oyunlar tezgâhlamayı sürdürecek gibiler.

Çünkü Amerikan başkanlarından Warren Harding’in de dediği gibi, “Dünya iktisadının anahtarı ve istikbalin en kuvvetli teminatı petroldür”. Churchill’in çarpıcı beyanıyla, “Bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir.”

Bu yüzden, petrole ve kaynaklarına ilelebet sahip olmak adına bütün vasıtaları kullanmak ve her çareye başvurmak sömürgecilere göre mubah. Hatta Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi dünyayı alev topuna çevirmek ve milyonlarca insanın ölümüne (kim bilir belki de üçüncü bir dünya savaşına) sebep olmak pahasına. Bu merkantilist, makyavelist ve emperyalist zihniyetle petrol, Batılı güçlerin elinde kalmaya devam ederse, Ortadoğu’da yeni kan göllerinin oluşacağı muhakkak.

Peki Müslümanlar/İslam Âlemi petrol yüzünden emperyalistlerden -tabir yerindeyse- dayak yemekten nasıl kurtulacak? Bu davetsiz ve uğursuz misafirlerin kendi coğrafyalarını ve kaynaklarını sömürmelerine daha ne kadar izin verecekler? Kısır döngü, makûs talih ve emperyalist tezgâh nasıl bozulacak?

Ne zaman ki Müslümanlar, aralarındaki bilumum çatışma ve ihtilaflara son verip İttihad-ı İslam ve Ümmet Şuuru etrafında birleşirler; öz kaynaklarını dinî, millî, iktisadî ve siyasî menfaatleri uğrunda kullanma iradesini gösterirler; caydırıcı bir askeri, siyasi ve ekonomik kudret haline gelirler ve emperyalist/Siyonist hegemonyayı ve onların yerli uzantılarını İslam Âleminin bağrından söküp atarlar; işte o zaman söz konusu dertler ve boyunduruktan da tümüyle kurtulurlar biiznillah.

Bakalım bundan sonraki süreçte de petrol bölgeye acı, felaket ve uğursuzluk mu getirecek, yoksa güç, zenginlik, birlik ve selamet mi?

İsmail Çolak (Ocak 2017)

Dipnotlar: 1 Kürkçüoğlu, aynı eser, s. 289-316; Sonyel, aynı eser, s. 306-311; Kinross, aynı eser, s. 615-622; Mısıroğlu, aynı eser, s. 121-171; Karadağ, aynı eser, s. 114, 238-242. 2 Kandemir, aynı eser, s. 115, 121-122; Karadağ, aynı eser, s. 242-244; Mısıroğlu, aynı eser, s. 109, 119-212. 3 Kürkçüoğlu, aynı eser, s. 317-320; Mısıroğlu, aynı eser, s. 160-171; Mısıroğlu, “Musul’da Dokuz Hata”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Ağustos 2002, Sayı:31, s. 12,18-19; Karadağ, aynı eser, s. 219, 235, 245; Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Eylül 1970, Sayı:36; Zekeriya Kurşun, “Irak Bir Şamar Oğlanı mı?”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mart 1998, Sayı:48, s. 30-32; Süleyman Beyoğlu, “Niçin Musul?”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mart 1998, Sayı:48, s. 34-36; Pıerre Salınger, Erıc Laurent, Körfez Savaşı, Çev: Erden Akbulut, İstanbul 1991, s. 20; Feridun Ergin, “Musul Sorunu ve Körfez Petrolleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 1991, Sayı: 20, s.173. 4 Mısıroğlu, aynı eser, s. 24, 209; Karadağ, aynı eser, s. 115, 242; Çolak, Bitmeyen Hesaplaşma: Hilal İle Haçın Dünü Bugünü, s. 319-321. Konuyla ilgili teferruatlı malumat için bkz. Çolak, aynı eser, s. 292-331.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak