Ara

Müslüman Olmanın Gerektirdiği Bir Sorumluluk: Din Kardeşi İçin Fedâkârlıkta Bulunmak / Îsâr Sâhibi Olmak

Müslüman Olmanın Gerektirdiği Bir Sorumluluk:  Din Kardeşi İçin Fedâkârlıkta Bulunmak / Îsâr Sâhibi Olmak
Makâlenin başlığı bize neler anlatıyor, bunları üç maddede toplayabiliriz:
  1. “Müslüman olduğunun bilincinde olmak.”
  2. “Müslüman olmanın gerektirdiği mükellefiyet ve sorumlulukları yerine getirmek.”
  3. “Din kardeşi için fedâkârlıkta bulunmak.”
Her üç konu da birbiriyle içiçe, biri diğerinin lâzımı durumunda. Aslında sâdece birinci madde yeterli: “Müslüman olduğunun bilincinde olmak”. Bu bilinç kazanılırsa, diğer iki madde kendiliğinden yerine getirilecektir. Bu ifâde anlam zenginliğine sâhip çok genel bir ifâdedir. Ancak bir Müslümanın yaşama biçimini şekillendiren esasları hatırlatan, gafletten uzak, haram ve helâle dikkat etmeyi, içinde yaşadığı toplumda diğer insanlarla olan münâsebetlerini iyi kurmayı emredici bir ifâde biçimi olması açısından son derece önemlidir. İşte bu bilinç, bir “amel”i işlerken o “amel”i “ihsân” derecesinde olma niteliğine sâhip kılacak diri, canlı ve uyanık bir bilinçtir. Biz buna İslâmî şuur diyoruz. Bu şuur toplum fertlerinde ne kadar uyanık olursa, o toplum, o derece dinamik ve huzurlu bir toplum olacaktır. Bu da, Allah Teâlâ’nın: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir..(Âl-i İmran, 104.) âyet-i kerîmesinde tüm müslümanlara emir buyurduğu “iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun” hükmünün yerine getirilmesiyle mümkün olacaktır. Müfessirler, bu âyetin emri uyarınca müslümanlar içinde, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir ictimâî kontrol müessesenin bulunmasının farz-ı kifâye olduğunu belirtmişler; ancak bu görevi üstlenen kişilerde, görevin iyi ve hakkaniyete uygun olarak yerine getirilmesini mümkün kılacak bâzı şartların bulunması gerektiğine de işâret etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu makâlemizde Din Kardeşi İçin Fedâkârlıkta Bulunmak anlamına gelen ve İslâm ahlâkının temel ilkelerinden biri olan îsar kavramı üzerinde durmak istiyoruz. Böylece bir taraftan emr-i bi’l-mâruf görevimizi yerine getirirken bir taraftan da bugün insanımızın şiddetle ihtiyaç duyduğu “paylaşma” duygusunu canlı tutmaya çalışacağız. Sözlükte "bir şeyi veya bir kimseyi diğe­rine üstün tutma, tercih etme" mânâsına gelen îsâr ahlâk terimi olarak "bir kim­senin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sâhip olduğu imkânları başkalarının ihti­yâcını karşılamak üzere kullanması, baş­kasının yararı için fedâkârlıkta bulunma­sı" demektir. Cürcânî, îsârı, "kişinin baş­kasının fayda ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veya bir zarardan öncelikle onu koruması" şeklinde târif ederek bu anlayışın din kardeşliğinin en ileri derece­si olduğunu belirtir.1 Îsâr kelimesinin Türkçe'de karşılığı diğerkâmlık’tır. Terim anlamı îtibâriyle Kur’ân’da bir âyette geçmektedir. Âyet-i kerîme bize, lafız olarak olmasa da anlam îtibâriyle îsâr mânâsını vermektedir: “Daha önceden Medîne'yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zarûret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saâdete erenlerdir.” (Haşr, 9.) Görüldüğü üzere âyette, bütün mal varlıklarını Mekke'de bıraka­rak Medîne'ye göç etmek zorunda kalan Hz. Peygamber'i (sav) ve diğer muhâcirleri şef­katle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medîneli müslümanlar (ensâr) övgüyle anılmakta, âyet­te onların şahsında müslüman toplumun bâzı temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temâs edilmektedir.2 Buna göre Medîneli Müslümanların yâni Ensâr’ın temel özellikleri şöyledir:
  1. Îmânı gönüllerine yer­leştirmişlerdir;
  2. (Muhâcirler gibi) Zor durumda kalıp kendi beldelerine gelen­leri severler;
  3. Din kardeşlerine kendilerin­den daha fazla imkân sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık duymazlar;
  4. İhtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercîh eder, şahsî menfaat­lerinden, zevklerinden fedâkârlıkta bu­lunurlar.
Îsâr, cömertliğin kendi içindeki derecelendirmelerin en üst noktasıdır. Bu derecelendirmeye göre “bir kim­senin elindeki imkânların en çok yarısını başkasına ikrâm etmesine sehâ (sehâvet), çoğunu vermesine cûd; imkânlarının ta­mâmını başkaları için kullanmasına da îsâr denir.”3 Gazzâlî, İhyâ-i Ulûmi’d-dîn isimli eserinde îsar hakkında şöyle demektedir: Cömertliğin en yüksek derecesi olup, bu mertebe sıddîklerin mertebesidir.4 Burada “İmkânlarını başkası için sarfedip de kendisini mahrûm bırakmasının câiz olup olmadığı” şeklinde bir soru akla gelmektedir. Bu konuda farklı görüşler bulunmaktadır. Kurtûbî şu tesbitte bulunur: “Mahrûmiyet ve sıkıntıya sabredebilenler için îsâr; hâlinden şikâyet edecek veya baş­kalarına el açabilecek yapıda olanlar için malına sâhip olmak (imsak) daha hayırlı­dır.”5 Bu konuda vârid olan diğer rivâyetler de dikkate alınarak denge korunmuş, hüküm ona göre verilmiştir. Yâni burada dikkat çekilen husus, “âile ferdlerini maddî sıkıntıyla karşı karşıya bırakacak derece­de tasaddukta bulunmanın doğru olma­dığı” husûsudur. Çünkü bir taraftan îsâr övülürken, diğer taraftan da îsâr derecesine ulaşacağım diye elindeki imkânla­rın tamâmını muhtaçlara verip sonra da başkalarından yardım istemek de kınan­mıştır. Bu konuda bir rivâyet şöyledir: Peygamberimiz (as), elindeki malının tamâmını tasadduk etmek üzere gelen bir adam hakkında şöyle buyurmuştur: “Biriniz, başka bir şeye sâhip ol­madığı hâlde (elindeki) malına yönelip onu sadaka olarak veriyor, sonra da insanlara el açarak oturuyor. Sadaka ancak (kişinin ken­disini ve bakmak zorunda olduğu kimseleri) ihtiyaçsız bir hâlde bı­rakacak şekilde (verilir). Sana âit olan şu şeyi al. Bizim ona ih­tiyâcımız yok!” Bunun üzerine adam malını alıp gitti.6 Yine bu konuda, “bir müslümanın malının üçte birinden fazla­sını vasiyet etmesini yasaklayan” hadis de zikredilebilir. Abdurrahman b. Ebî Lubâbe'den (naklen) rivâyet edilmiştir: “Ebû Lubâbe O'na haber ver­miş ki; O, Rasûlullah (sav) kendisinden râzı olunca şöyle demiş: "Yâ Rasûlallah! Muhakkak ki ben tevbemin (kabûlünden) dolayı, kavmimin yurdunu terk edip seninle kalacağım ve Allah ile Rasûlü'nün (rızâları) için bir sadaka olarak (bütün) ma­lımdan vazgeçeceğim." Bunun üzerine Rasûlullah (sav); "(Malının) üçte birini (vermen) senin için kâfîdir." bu­yurmuştur.7 Peygamber Efendimiz (sav) bir başka hadislerinde: “Arkanda zengin vârisler bırak­man, onları insanların elindekine göz di­kecek derecede yoksul bırakmandan da­ha iyidir. Eşinin ağzına verdiğin bir lokma dâhil olmak üzere iyilik olarak yaptığın her harcama sadakadır.”8 “Îsâr kavramı genellikle mâlî fedâkârlık­lar için kullanılmakla birlikte bâzı kaynak­larda "can ile îsâr"dan, yâni kişinin sevdi­ği bir kimse için kendi rahatını, huzûrunu, hattâ hayâtını fedâ etmeyi göze alma­sından da söz edilmekte ve bunun malla îsârdan daha fazîletli olduğu belirtilmek­tedir. Bundan dolayı tasavvufta sevgi kı­saca îsâr olarak da tanımlanır. Çünkü en yüksek derecede sevgi, seven kişinin ge­rektiğinde sevdiği için canını fedâ etme­yi göze almasını sağlar. Uhud Gazvesi'nde İslâm ordusunun geçici olarak bozguna uğradığı sırada bâzı mü’minlerin Hz. Peygamber'in hayâtı­nı korumak için kendi hayatlarını ortaya koymaları da can ile îsâr için örnek gös­terilir. Bu arada Ebû Talha adlı sahâbînin kendini Rasûlullâh'a siper etmesi ve onu korurken yaralanması9 özverinin en güzel örneklerin­den biri olarak anılır.”10 Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur ki: Müslüman olarak diğer müslüman kardeşlerimizle ilgilenmek her müslümanın bir îman borcudur. Zîrâ müslüman, komşusu aç yatarken kendisi tok uyuyamaz. Paylaşmasını bilecek, benlik duygumuzu, egolarımızı, nefsânî telkinleri kontrol altına alacak ve “infâk etmeyi” unutmayacağız. Yapılacak infakta îsâr seviyesine ulaşmanın yolunu ararken; yukarıda ifâde edildiği gibi denge korunarak yâni “mahrûmiyet ve sıkıntıya sabredebilenler için îsâr; hâlinden şikâyet edecek veya baş­kalarına el açabilecek yapıda olanlar için malına sâhip olmak (imsak) daha hayırlı­dır.” prensibini gözeterek infâk edilmeli. Mârufu emretme münkerden sakındırma görevinin günümüzde bütün Müslümanlar için artık farz-ı ayn mertebesinde olduğu gerçeğinin idrâki içinde hayırda yarışmak temennîsiyle. (Allâhu a’lemu bi’s-savâb) Prof. Dr. Ali Çelik Dipnotlar: [1] El-Cürcânî, K.Ta’rîfat, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, Birinci Baskı, 1403/1983,s.40 2 Çağırıcı, Mustafa ., DİA,XXII,490-491 “ Îsâr” mad. 3 Kuşeyrî Risâlesi (trc. Dilâver selvi), 2009,İstanbul, s.278 4 Gazzalî, İhya (Dâru’l-Ma’rife, Beyrut),II,173 5 Kurtubî, XVIII, 21 6 Dârimi, Zekât, 25, ha.1666 7 Darimi,Zekat,25,ha.1665; Ebû Dâvûd, Eymân, 31 (3/240); Muvatta', Nuzûr, 16 (2/481); Musned, 4/452-453, 502., Hadisin vürud sebebi şöyledir: Ebû Lubâbe, Akabe biatlarında bulunan nakîblerden (Medîneliler’in temsilcilerinden) biri idi. Ebû Lubâbe'nin bu­rada söz konusu olan tevbe meselesinin sebebi hakkında iki rivâyet vardır. Bunlardan birine göre; yahûdi Kurayzaoğulları Hendek Sa­vaşında düşmanla birleşerek ihânette bulundukları için, savaşı müteakib, mahâllelerinde kuşatıldıklarında, kendilerine uygulanacak cezânın tesbîti konusunda Sa'd b. Muâz'ın hakem tâyin edilmesi gâyesiyle O'nunla istişârede bulunmuşlar, O da, O hakem olursa son­larının ölüm olacağını söylemiş. Yahudiler, bu şekilde hâlifleri (antlaşmalıları) olan Ebû Lubâbe ve Sa'd'dan yardım umuyorlardı. Netîcede onlar yine Sa'd'ın hakem olması şartıyla teslîm olmuşlar, Sa'd da, istekleri üzerine haklarında Tevrat hükmünü vermiş ve eli silâh tutan erkeklerin hepsi îdâm edilmişti. İşte Ebû Lubâbe, ne­tîceyi değiştirmemiş olan bu danışmanlığını Allâh'a ve Resûl'üne bir hâinlik saymış ve kendisini, affoluncaya kadar bağlı kalmak üzere Mescid-i Nebî'nin direğine bağlamıştı. Diğer rivâyete göre Ebû Lubâbe, Tebük Gazâsından geri kaldığı için kendini mescidin di­reğine bağlamıştı. O, aç-susuz bir hafta kadar direğe bağlı kalmış ve nihâyet yüce Allah (cc.) O'nu affettiğini bildirmişti.( Bkz. Usdu'1-Ğâbe, 6/266 ‘den naklen Aydınlı, Abdullah., Sünen-i Darimi Tercüme Ve Şerhi, Madve Yayınları, İstanbul, 1996: 3/434 vd) 8 Buhârî, "Veşâ­yâ", 2; Müslim, "Vaşıyye", 5, 8 9 Müsned, İli, 265, 286; Buhârî, "Cihâd", 80, "Menâkıbü'1-en-şâr", 18 10 Çağırıcı, Mustafa., DİA,XXII,490-491 “ Îsar” mad.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak