Ara

Muallim Ali Galip’in Günlüğünden Millî Mücadele

Muallim Ali Galip’in Günlüğünden Millî Mücadele
Öğretmeni, üniversite hocası, müderrisi, tekke dervişi ve talebesi ile maarif ordusunun bütün neferleri, varlık-yokluk savaşı verdiğimiz Millî Mücadele’nin her safhasında vatanî vazifelerini ifa etmişlerdir. İşgallere karşı halkı bilinçlendirip teşkilatlandırmada, protesto mitinglerinde, kongrelerde, müdafaa-i hukuk cemiyetlerinde ve hatta Kuva-yı Milliye’ye/Düzenli Ordu’ya katılıp düşmanla çarpışmaya varana dek yabana atılamayacak roller oynamışlardır. Bu süreçte görev üstlenen maarif ordusunun kıymetli mensuplarından biri de Ali Galip (Gençoğlu) idi. 1894 yılında Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinde dünyaya gelmiş, Çiçekdağı ve Yerköy ilçelerinde öğretmenlik yaparken, Millî Mücadele’nin başlaması üzerine henüz altı aylık evliyken (genç eşini en yakın akrabasına emanet ederek) yedek subay olarak cepheye katılmıştır. Kocatepe, Tınaztepe, Elvantepe ve Gümrü Kalesi savaşlarına katılmıştır. Cephelerde savaştığı süre zarfında namaz ve diğer ibadetlerini aksatmamaya gayret etmiştir. Askerlik anılarını günlük tutarak günü gününe kaydetmiştir. YIL 1919 MAYIS AYI... Öğretmen okulu mezunu olan Yedek Subay Öğretmen Ali Galip Efendi, “Yıl 1919 Mayıs ayı içindeyiz... Askerlikten yeni dönmüş merhum Adalet Vekili Osman Şevki (Çiçekdağ) ve sınıf arkadaşı Reşat (Akyön) ve ben, üç arkadaş Çiçekdağı kasabasında münzevi bir köşede her gün toplanır, günlük siyasi olayları ajanlardan, gazetelerden takip ederdik…” diye başladığı hatıralarında bahsi geçen arkadaşlarıyla birlikte “Tenvir-i Efkâr Yurdu” ismiyle bir yurt kurmuştur. Yurdun kuruluş gayesi ve faaliyetlerinden şöyle söz etmiştir: “Bu yurdun gayesi halkı tenvir etmek, mekteplere yardım etmek, okullarda fahri ders vermek, öğretmensiz okullara öğretmen tedarik etmek ve bu hususta icap eden makamlarla yazılı olarak muhabere etmekti. Yurt kurulduktan sonra ilkyazımız, Ankara’ya gelmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya olmuştu. Kuruluş maksat ve gayelerimiz telgrafla arz edilmiş ve muvaffakiyet temenni eden cevaplar alınmıştı. O sırada kasabada bir kız ilkokulunun açılmasına yurdumuzca karar verilmiş, okul temin edilmiş ve Kırşehir sancağından da öğretmen istenmişti. Öğretmen gelmiş ve tedrisata başlamıştı. Öğretmensiz bazı okulların kapalı bulunduğu görülmüş, buralara da öğretmen temini için teşebbüse geçilmişti. Bu sırada yurt arkadaşlarımın, muallim mektebi mezunu olmam sebebiyle kasabaya yakın bir köyün ilkokulunda öğretmen olarak çalışmam muvafık görülmüş; icap eden formalite tamamlanarak Çiçekdağı’nın Büyükteflek Köyü ilkokulu öğretmeni olarak vazifeye başlamıştım.” Millî Mücadele’ye nasıl katıldığını ve cepheye nasıl hareket ettiğini de şöyle kaleme almıştır: “15.11.1337 (1921) tarihinde Çiçekdağı’ndan hareketle 45 günlük bir yolculuktan sonra 1. Orduya bağlı 14. Tümen 25. Alay 3. Tabur 12. Bölüğünde vazife almak suretiyle ordu hizmetine girmiş bulundum.” Tabur Komutanı Yüzbaşı Süreyya Bey, Ali Galip Bey’e 27 Ocak 1922’de bir makinalı tüfek bölüğü kurmasını emretmiş ve kendisine eğitmesi için 70 asker vermiştir. KATILDIĞI SAVAŞLARDAN ÇARPICI NOTLAR Ali Galip Bey, 1922 yılı Ocak ayının birinci gününden Ağustos ayının birinci gününe kadar Saray Kazası Çivril, Dinar, Işıklı, Akdağ, Homa, Bayat, Tekke, İncirli ve Tokça mevzilerinde düşmanla defalarca karşı karşıya geldikten sonra Ağustos’un birinci günü ordu gözetleme mahalli olan meşhur Kocatepe’ye gelmiştir. Buradaki vazifesinin mahiyetini; “Kocatepe’nin yüksek kayalıkları arasına yerleştirilmiş büyük dürbünlerle sabahtan akşama kadar düşman harekâtını gözetlemek ve gözetleme neticelerini defter-i mahsusa yazmaktan ibaretti… Trenler nerelerden hangi saatlerde geliyor ve nerelere gidiyor, geliş ve gidişlerinde tahminen neler getiriyor ve neler götürüyor, bunları çok hassas olan dürbünlerimizle gözetliyor ve en doğru tahminlerimizi raporumuzda belirtiyorduk.” ifadeleriyle izah etmiştir. Genç kızlar, gelinler ve yaşlı kadınların bayrağımızın rengindeki başörtüleri ve şalvarlarıyla savunma hatlarının oluşturulmasında erkeklerle omuz omuza vererek ellerinde kazma-küreklerle çalıştıklarını, sırtlarında kayalar taşıyarak millî orduya ve bağımsızlık savaşına katkıda bulunduklarını, kendisini etkileyen unutulmaz sahnelerden birisi olarak günlüğüne kaydeden Ali Galip Bey, Tınaztepe’nin ele geçirilmesi sırasında yaşadığı unutulmaz bir anısını şöyle aktarmıştır: “Düşman siperleri içinde yeni demlenmiş (subaylara mahsus) çayların buğuları henüz soğumamıştı. Bisküvi ve reçellerle hazırlanmış sabah kahvaltısı bizi bekliyordu. 26 Ağustos sabahı Tınaztepe’de düşman siperlerinde sabah kahvaltısını zevkle, neşeyle yapmayı Allah bize kısmet etmiş ve buram buram buğulanan çayla zaferin ilk tadını biz çıkarıyorduk. Bir elimizde çay bardağı bir elimizde dürbünle düşmanın kaçışını seyretmek ne kadar zevkli oluyordu. O gün içtiğim çayın zevkini kırk yıldan beri unutmadığım gibi ömrümün sonuna kadar da unutmayacağım.” Tınaztepe’nin alınmasında yaşanan dikkat çekici bir kısım hadiseleri kendisinden dinlemeye devam edelim: “Düşman Tınaztepe’yi terk ederken Sinan Paşa Ovasına dağılmış, büyük bir süratle kaçıyordu. Ben tüfeklerimi açıkta mevzilendirdim ve ateşe başladım. O kadar hızlı kaçıyorlardı ki, attığım kurşunların arkalarından yetişmediğini fark ediyordum. Mecburen ateşimi kestim, seyre başladım. Dünyada birçok şeylerin zevkle, neşe ve heyecanla seyredildiğini biliyorum; ama böyle bir düşman kaçışını görmek ve seyretmek insana başka bir zevk veriyordu… Yunan Baş Kumandanı General Trikopis, hatıratının bugüne ait kısmını şu suretle anlatıyordu: “Türk kuvvetleri kuzey ve güneyimizdeki çemberi gittikçe daraltmaya başlamıştı. 9. Fırkamızın kuzey cephesinin bozulması, o kısımda tasviri mümkün olmayan bir panik oluşturmuştu… Düşman artçı bölüğü sırt çantalarını almaya fırsat dahi bulamayarak bizlere terke mecbur kalmışlardı. Bu çantalarda neler vardı biliyor musunuz? Ta İzmir’den başlayarak Ankara Haymana yakınlarına kadar gelmiş düşmanın, girdiği her köy ve kasabada gelin ve kızlarımızın, çeyiz sandıklarında sakladıkları en nadide el işlemeleri, nişanlıları için hazırladıkları saten ve ipek mendiller, kıymetli don ve gömlek, eski zamanlara ait işlemeli uçkurlar, altın ve elmas nişan yüzükleri ve küpeleri vardı. Bunlardan bazılarında kan lekeleri mevcut olduğuna göre kim bilir hangi Türk kızının parmağını keserek, hangi Türk hanımının kulağını kopararak elde edilmişlerdi… Yükte hafif pahada ağır ellerine ne geçirmişlerse, memleketlerindeki yavuklularına harp hatırası olarak götürmek üzere içini doldurup aylarca sırtlarında taşıdıkları çantalarını nihayet eski sahiplerine terke işte bu surette mecbur kalmışlardı.” Dumlupınar Muharebesi’nin hangi inanç, mücadele azmi ve fedakârlıklarla kazanıldığına dair 29 Ağustos 1922 tarihinde günlüğüne kaydettiği satırlar ise şöyledir: “Kumandanımızın hep bir ağızdan Allahuekber, Allahuekber lailahe illallah, vallahuekber Alllahuekber velillahilhamd diyerek üç kere tekbir aldırmasına, Allâh’ın ulvi ismine, gerimizdeki borazanların ‘ordu ileri ordu ileri’ işaretini muhtevi boru sesleri karışmış ve bütün iradelerimizi elimizden almış, gözlerimiz yaşarmış ve heyecandan dizlerimiz titremeye başlamıştı… Bütün ordu hücuma kalkmış, ortalık ana baba günü olmuştu. Askerler mütemadiyen ileriye koşuyorlardı. Obüs toplarının korkunç patlayışını, ağır makinalı tüfeklerin ölüm kusan ateşlerini hiçe sayarak, durmadan dinlenmeden koştuklarını dürbünümle mükemmelen müşahede ediyordum… Bütün gözler ve gönüller, tenvir tabancasından çıkacak fişeklerin renginde idi. Önce bir yeşil atıldı, derhal ateşimizi uzattık. On beş dakika sonra bir kırmızı işaret verildi, hemen ateşi kestim. Bu sırada ileriden ve derinden çok kuvvetli “Allah… Allah…” sesleri işitildi. Artık süngü hücumuna kalkıldığını gözlerim yaşararak izliyor, neticeyi bekliyordum. Bir de birbiri peşinden kırmızı ve beyaz işareti verilmesin mi? Düşmanın imha edildiğini ve siperlerinin elimize geçtiğini müjdeleyen bu işaret karşısında diz çökerek ellerimi yukarı kaldırdım. Ve ‘Allah’ım sana binlerce defa minnet ve şükran’ diyerek yere kapandım. Şükran secdesini ifadan sonra tabura iltihak etmek üzere hareket ettim. Kanlı muharebe işte bugün Dumlupınar siperleri içinde sona ermişti. Ertesi sabah tan yeri ağarırken düşmanı kovalamak üzere harekete geçtik.” 30 AĞUSTOS GÜNÜ ATEŞ ALTINDA ÖĞLE YEMEĞİ Dumlupınar Muharebesi’nin zaferle neticelendiği 30 Ağustos gününde neler yaşandığına dair naklettiği anı ve müşahedeleri de oldukça ibret ve hayret vericidir. Orijinalliğini bozmadan, söz ve satırlarına müdahale etmeden aynen aktarıyorum: “Düşman önümüzde bir taraftan kaçıyor bir taraftan da bıraktığı artçı kuvvetlerle kaçışını temin için muharebe yapıyordu. Kaplangı Ormanlarında büyük ağaçları keserek yere devirip üst üste yığdıkları büyük gövdeli ağaçlar bizim geçişimize engel teşkil ettiği gibi kendilerine de siper vazifesi görüyordu… Öğle vakti olmuş ateş kesilmiş ve düşman da kaçmıştı. Bir takip emri beklerken borazanların karavana borusu çaldığını duyduk. Bunun bir şaka veya talim maksadıyla çalındığı zannıyla aldırış etmedik. Çünkü kuş uçmayan kervan geçmeyen sürünerek zorla geçebildiğimiz bu ormanlı dağlardan hangi aşçı, hangi mutfak neferi ve hangi mutfak kazanı geçirilip de bizlere yaklaştırılacak ve o ateş tufanı altında yemek pişirip bizlere ulaştıracaktı. Buna imkân var mıydı? Muharebeleri geriden seyreden hizmet neferim beni bir gün önce aç bırakmıştı. Akşam karanlığında bizi bulan hizmet neferim Ankaralı İsmail’den öğle yemeğimi niçin getirmediğini sorduğum zaman: - Efendim… Gerideki şu büyük ve yüksek tepeden muharebe meydanını seyrediyorduk. Bir aralık senin bulunduğun muharebe hattının kesif bir duman içinde kaldığını gördüm. Top mermilerinden hâsıl olan toz ve toprak bulutu içinde seni hayatta bulacağımdan ümidimi kestim ve yemeğimi yedim, demişti. Her zaman başımızdan geçmekte olan bu gibi haller karavana borusunun ciddiyetine bizleri inandırmamıştı. Aradan on dakika geçmişti, geriden bir takım sesler gelmeye başlamıştı. “Yahu ne duruyorsunuz? Yemekler soğuyor, karavanaları gönderseniz ya!” diyenleri duyuyorduk... Vaki haber ve ısrar üzerine karavanacıları yolladık. On dakika sonra ne görelim: Üzerinde buram buram buharı fark edilen karavanalar, lebalep kızartılmış koyun eti ve pek nefis pişirilmiş pirinç pilavı ile dolu olarak gelmesin mi? Bu vaziyet karşısında akıl, mantık ve muhakemeler durdu, hayretler içinde dona kaldık. Cephede düşman süngüsüne göğüs geren Türk subay ve erleri kadar cephe gerisinde sırtında top mermisi taşıyan Türk kadınları ile muharebe meydanındaki bin bir tehlikeyi ve ölümü göze alarak yemek yetiştirenlerin de birer kahraman olduklarını itiraf etmeyi bir kadirbilirlik saydık…” 9 EYLÜL’DE İZMİR’DEYDİK! Yunanlılar, Kaplangı Ormanlarındaki muharebeden sonra bir daha görünmemek üzere kaçmışlar; askerlerimiz de peşlerine düşmüştü. Günler sürecek olan amansız kovalamacanın ardından birliklerimiz 1 Eylül’de Uşak’a muvasalat ederek geceyi kasabada geçirdi. 2 Eylül’den itibaren düşmanı takiben Kula, Alaşehir, Salihli, Kasaba ve Manisa’ya girildi. Sekiz günlük geceli gündüzlü yürüyüşlerden sonra Eylül’ün 9. Günü Menemen’e ulaşıldı. Ali Galip Efendi 9 Eylül 1922 günü, güzel İzmir’i istirdat etmek üzere tümeniyle beraber Menemen yakınındaki sık ağaçlık bir yere gelmiştir. İzmir’e hareket emrini nasıl büyük bir sabırsızlıkla beklediklerini ve ordumuzun ne denli muhteşem bir zaferle İzmir’e girdiğini şu ifadelerle satırlara dökmüştür: “Beklediğimiz emir gelmişti… On beş gün ve gece fasılasız yürüyüş yapmış ve uykuya hasret kalmıştık. İzmir’in işgal edilmesi ve düşmanın denize dökülmesi sevinci bize bütün acı, ıstırap ve yol yorgunluğunu unutturmuştu. Sivri bir kayanın tepesinde beş on dakika uyuklamamız bir nimet haline gelmişti… Bergama’ya girişimiz çok muhteşem olmuştu. Erkek, kadın ve çocuklar yollara dökülmüş ellerinde kovalarla ayran, şerbet ve su dağıtan, sevinç gözyaşı akıtan, boynumuza sarılan, atımızın üzengisini öpen, “Yaşa varol Türk Ordusu!” diyenlerin avazları göklere yükseliyordu… Yolumuz Ayvalık’a uğramıştı. Kasabada ilk gözümüze çarpan ve dikkatimizi çeken, camilerin minareleri olmuştu. Düşman işgali sırasında yerli Rumların çılgınlıkları sebebiyle minarelerin şerefeleri daha, daha yukarıdaki âlem kısmı yıkılmış ve camiler tahrip edilmişti…” DEHŞET VERİCİ MANZARALAR! Yedek Subay Öğretmen Ali Galip Efendi hatıralarında, kendisini çok üzen ve hayatı boyunca unutamadığı anlara ve olaylara da yer yer temas etmiştir. Yunanlıların geri çekilirken sergiledikleri tüyler ürpertici barbarlıklar karşısında duyduğu dehşeti şu can yakıcı sözlerle dile getirmiştir: “Yolumuz Edremit’in Akçay iskelesine düşmüştü. Düşman deniz kenarında odun istifi yapar gibi erkek ve kadın demeyerek ellerine geçirdikleri Türkleri üst üste istif etmişler ve bir kibrit çalmayı da unutmamışlardı. Yunanlıların buradaki mezalimini işiterek değil gözlerimizle görmüştük. İnsan et ve kemiklerinden teşkil eden bu feci manzara karşısında daha fazla durmaya tahammülümüz kalmadı… Hele öldürülerek denize atılmış bir Türk kızının manzarası… Yürek parçalayan bu manzara sabrımızı tüketmiş, heyecan ve gazabımızı kamçılamıştı. Gayet güzel ve tahminen 16 yaşlarındaki kızcağız deniz kenarına yakın bir yerdeydi. Deniz dalgası karaya vurduğu zaman kızın yüzü karaya dönüyor, siyah uzun saçları bir yelpaze gibi dağınık kara tarafına yayılıyordu. Bu manzara bizi bitirmişti. Daha fazla seyir ve temaşaya tahammül edemeyerek hemen sıhhat erlerini denize saldım. Elinden tutturarak kenara çektirdim. Kumsalda bir çukur kazarak gömdürdüm ve bir Fatiha okumayı unutmadım.” Gösterdiği kahramanlık ve üstün hizmetlerden ötürü TBMM tarafından takdirname, altın madalya ve Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile onurlandırılan Ali Galip Bey, 1972 yılında Yerköy’de vefat etmiştir.1   İsmail Çolak *Tarihçi-Yazar (Şubat 2016) Dipnot: 1- Ali Galip Gençoğlu, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Yayına Hazırlayan: Erhan Palabıyık, Deyim Yayımcılık, Yozgat, 2006, s.7, 11-12, 14, 45, 57-58, 62, 63, 68, 74, 77-78, 88-90, 96-98, 99, 103, 104, 105, 113, 145.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak