Ara

“Kurtulan Topluluk Cemâattir”

“Kurtulan Topluluk Cemâattir”
1.Sizi ilmî çalışmalarınızdan tanıyoruz, ancak okuyucularımızın da yakından tanıması açısından bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? 89 Yılında Trabzon’un Of ilçesinde dünyâya geldim. 2003–2004 senelerinde Kur’ân kursuna gittim. 2004 yılında hâfızlıktan icâzet alarak mezun oldum. 2005 yılında İsmailağa’ya geldim ve burada 5 yıl kadar bir kısım hocalarımızdan tedrîsat gördük. 2010 yılında yine buradan mezun olarak tekâmüle gittik ve burada bir yıl kadar ders gördük. Daha sonra İsmailağa’da fetvâ hattına atandık. Takrîben birbuçuk yıl orada görev yaptım. Oradan da ayrılarak, ders okutmanın daha faydalı olacağı düşüncesiyle medreseye geçtim. Medresede yaklaşık üç senedir bu görevi îfâ ediyorum. Şu an burada müderrislik yapmaktayım. Kendime âit telif kitap, makâle ve çalışmalarım bulunmakta. Cemâatçilik Yoktur, Cemâatlilik Vardır
  1. İttihâd-ı İslâm mevzusunda, bir STK karınca kararınca, bu birliğe en dar daireden en geniş daireye doğru nasıl katkı sunabilir?
Geçmişten beri hayalini kurduğumuz, istediğimiz ve özlediğimiz en önemli dileğimiz İttihâd-ı İslâm’dır. Bu toplanmanın zemîni tabiî ki Ehl-i Sünnet olmalıdır. Zâten İttihâd-ı İslâm dediğimizde bir kez daha bunu zikretmeye ihtiyâcımız yoktur. Çünkü İslâm’ın kendisi Ehl-i sünnet’tir. İttihâd-ı İslâm’ı oluşturmak için mutlakâ bir zemin lazım. Bu zemîni teşkîl etmede de, vakıflar, dernekler gibi STK’lar büyük rol oynamaktadır. Bu tür oluşumların temel prensibi hizmet olmalıdır, günümüzde bu güçlerin farklı amaçlar doğrultusunda kullanılmasıyla tefrikalar meydana geliyor. Bir büyüğümüz bunu, “Cemâatçilik yoktur, Cemâatlilik vardır” sözüyle açıklıyor. Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor Âl-i İmrân sûresinde: “Sizden bir ümmet bulunsun. Onlar hayra çağırsınlar ve iyiliği emretsinler, kötülükten nehyetsinler.” Buradaki ifâde cem-i münekkerdir ve belirsiz bir topluluğu işâret eder; üçtür, dörttür, beştir gibi. Dolayısıyla herhangi bir STK ümmetin birleşmesi adına çalışıp, iyiliği emredip, kötülükten nehyediyorsa buradaki ifâdeye girer ki bu ifâdeye girmek âyetin sonunda vaadedilen felâha erişmek demektir. Buradan anladığımız şu ki böyle oluşumlar âidiyetlerini ön plana çıkarmaksızın, nisbelerini bir kenara atarak, ümmet için bu niyetle çalışıyorsa ve bu hususta yetkilileri uyararak kötülükten nehyedip iyilikleri emrediyorsa âyette geçen felâha (kurtuluşa) erenler zümresinden olacaktır. Ancak emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerin yapılmadığı toplumun da cezâlandırılacağını biliyoruz. Bu nehyin yapılmadığı bir toplumda kokuşma meydana gelir. Benî İsrâil’in cezâlandırılmasını yine Cenâb-ı Hakk şöyle îzah buyuruyor: “Yaptıkları kötü işlerden birbirlerini nehy etmiyorlardı. Yapmış oldukları şey ne kadar kötüydü.” (Mâide, 79.) Toplumda münkerlerin yayılması, kötü işlerin çoğalması, kitlelerin belli yerlere sürüklenmesi gibi durumlarda rehber görevi görecek, kötülükten nehiy edecek ve iyiliği emredecek kuruluşların başında STK’lar geliyor. Bu vâzifeyi hakkıyla îfâ etmek zorundadırlar. Bana ne’ tavrıyla hareket edilirse toplumun gelişmesi ve iyileşmesi düşünülemez. İyiye gitmek adına, özel ve tüzel kişiler olarak gayret sarf edeceğiz. Üstad Necip Fazıl diyor ya hani; tohum saç, bitmezse toprak utansın. Hz. Mûsâ’ya (aleyhisselâm) Eziyet Edenler Gibi Olmayalım STK’lar Öncülerimizin Tanıtılmasında Nasıl Bir Rol Oynuyor? Dernekler, vakıflar kendi bünyesinde çalışmış olduğu zâtları, büyükleri, âlimleri tanıtmalı, bu şekilde ümmeti de doğru yönlendirmelidirler. Bunu yapmadığımız zaman, Cenâb-ı Hakk’ın da buyurduğu gibi “Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayın.” (Ahzâb, 69.) ihtârına muhatap oluruz. Mûsâ (as) için ne yaptılar? Yanında bulunanlar onu hakkıyla temsil edemediler. Kavmi ona eziyet etti. Ve Allâh-u Teâlâ (celle celâluhü) da ona attıkları iftirâlarda onu temize çıkardı. Bizim temsil etmeye çalıştığımız zâtları hakkıyla temsil edemeyişimiz bir anlamda tabii kabûl edilebilir. Ama yaptığımız hareketler, ortaya koyduğumuz tavırlarla biz eğer ona yakışmayacak tutumlar içinde olursak o zâta bir nevi iftirâ ettirmiş gibi oluruz. Dolayısıyla bu durum da iftirâ etmekten beter bir hâle düştüğümüz anlamına gelir. Tanıtmayı geçtik, günümüzde bu mesele kötü temsil etmeme raddesine kadar geldi. Yâni “kötü temsil etmeyelim yeter” diyecek bir hâlimiz var. Bu hususta çokça dikkat etmeli, elimizdekileri kullanmak sûretiyle bu işin de hakkını vermeliyiz. Cenâb Hakk’ın Bizden İstediği, Sahabi Gibi Yaşamamızdır
  1. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem'in ümmetin 73. fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste, cennete gideceğini ifâde ettiği fırkanın Ehl-i Sünnet vel cemâat olduğunu nasıl bileceğiz?
Hadiste tamâmı ateştedir birisi ise kurtulmuştur diye geçiyor. Sahabe de “Kimdir o kurtulacaklar?” diye soruyor. Bu hususta farklı rivâyetler var. Hakim’in naklettiği bir rivâyette Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor: “Benim ve ashâbımın yolu üzerinde olanlar”, Taberani’de geçen bir başka rivâyette de Efendimiz (sav): “Onlar cemâattir/es-sevâdu’l-a’zam buyuruyor. Bunları iyice incelersek, Resûlullâh (sav), kurtulacak olanların tasvîrini yaparken “Onlar Benim yolum üzeredir” demiyor. Âyet-i kerîmelere baktığımızda da, Cenâb-ı Hakk tekil ifâde kullanmıyor, “Senin îmân ettiğin gibi îmân ederlerse o zaman hidâyete ererler” demiyor, “Sizin îmân ettiğiniz gibi îmân ederlerse o zaman hidâyete ererler.” (Bakara; 137.), “Siz ümmetin en hayırlıları oldunuz” (Âl-i İmrân, 110.) diyor. Bunların tamâmında ‘cemi’ ifâdesi mevcuttur yâni çoğuldur. Efendimiz (sav) de fitne zamanlarını anlatırken, “Kim Benden sonra yaşayacak olursa birçok ihtilâf görecek, benim sünnetime ve benden sonraki Raşid Halîfelerin sünnetine sarılın” der. Açıkça görülüyor ki Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği sahabi gibi yaşamamızdır. Sahabenin Kur’ân anlayışıyla, sünnet anlayışıyla hareket etmemiz, bu şekilde inanmamızdır. Ehl-i Sünnet demiş olduğumuz müessese bizzat sahabiyi esas alan bir anlayıştır, İslâm’ın kendisidir. Efendimiz (sav) diğer ifâdede, “Kurtulan topluluk cemâattir” der. Bu konudaki âyet ve hadislere baktığımızda cemi ifâdesinin olduğunu yâni cemâat’ten, topluluktan söz edildiğini görürüz. Mü’minlerin bir yolu var ve bu yol için de Resûlullah (sav), “Cemâate sarılın, cemâatten ayrılmayın” diyor. “Tek kalmayın, tek kalan ateşte de tek kalır” buyuruyor. Ehl-i Sünnetin en belirgin vasfı her dönemde çoğunluğu teşkîl etmesidir. Bu, Efendimizin (sav) mûcizelerindendir. Abdülkahir el-Bağdadi’nin “el-Fark beyne’l-firak”ının sonlarında Ehl-i Sünnet’in kâidelerinden bahsedilir. Ehl-i Sünnet neye nasıl inanır, hangi konularda nasıl düşünür gibi hususlar ortaya konmaktadır. Sahabe arasında akîdevî olarak tam anlamıyla bir uyum, birlik vardır. O birliği bugüne dek temsil eden, o bozulmamış sahabe itikâdını bugüne taşıyan oluşuma biz Ehl-i Sünnet diyoruz. Yâni bu da İslâm’ın kendisini resmetmiş oluyor.
  1. Arapça eğitimi alamamış ve tercüme kitaplardan dînini öğrenmek isteyen Ehli Sünnet gençliğine izlemeleri gereken yol husûsunda tavsiyeleriniz nelerdir?
Bir şeyi öğrenmek istiyorsak bunun alt yapısını da yapmalıyız. Bu neredeyse bir kânun hüviyetindedir. Kur’ân-ı Kerîm Arapça’dır. Bizim de Kur’ân’ı öğrenmek için Arapça öğrenmemiz gerekir. Çünkü Arapça olan bir şeyin okunup anlaşılabilmesi için Arapça’nın öğrenilmesi gerekir. Bu her dil için böyledir. Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılabilme metodunu incelediğimizde -ki bunu büyüklerimiz bütün detaylarıyla yapmış- ulemâ Kur’ân-ı Kerîm’i bütün âyetlerini incelemiş, anlamak için kafa yormuş ve netîcesinde Kur’ân’da bulunan kelimeleri tafsîlâtıyla açıklamışlar. Ki bunları Arapça bilmeyen bir kişinin anlaması imkânsıza yakındır. İmâm-ı Suyuti de “et-Tahbir”inde bu husûsu incelemiştir. Kur’ân açıktır herkes anlar diye bir zihniyet var. Böyle bir şey söyleniyorsa Kur’ân’ı alacağız bütün halka dağıtacağız. Mâdem herkes anlıyor, herkes alıp okusun ve de anlasın. Ama bâzıları Kur’ân açıktır sloganı ile milleti, Kur’ân’ı anlamaya davet ediyor gözükerek kendi Kur’ân anlayışına büründürmeye çalışıyor. Bunu yapan insanlar çok tehlikeli bir iş icrâ ediyorlar. Ulemânın uluları bile çok donanımlı olmalarına rağmen tefsir eserlerinde ‘bunu en iyi bilen Allah’tır’ gibi kelâmlar ediyorlar. Hz. Ebubekir (ra)’a bir âyet soruluyor, “Allâh’ın kitâbı husûsunda bilmediğim bir şey söylersem hangi gök beni gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde taşır?” diyor. Korkmuşlar, bu konuda titremişler. Ama günümüzde baktığımız zaman yazılan her meâlin mukaddimesinde, “Bu meâl diğerlerine benzemiyor, bu meâl hatâdan uzak” gibi bir tavır var. Bu tavır bile Kur’ân hakkında bu insanların doğru yorum yapmadıklarını ve doğru yolda olmadıklarının göstergesidir. Onun için tercümeler üzerinden gitmek yerine orijinal metinler üzerinden gitmeliyiz. Bu hususta bir altyapı edinmeliyiz. Tercümelerde fayda yok mudur? Tabii böyle de diyemeyiz. Tefsirli tercüme okunabilir. Akâid, fıkıh, ilmihâl kitapları tercüme edildi. Düzgün anlayışlı müelliflerin bu eserleri okunabilir. Ehl-i Sünnet Husûsunda, Kalemimiz ve Kelâmımızla Cihâd Etmeliyiz
  1. İslâmî yorumların oldukça fazlalaştığı bu dönemde, Ehl-i Bid’at'in de gittikçe fazla taraftar topladığını görüyoruz. Ehl-i Sünnet'e muhâlefet eden bu görüşlere karşılık bizlere düşen nedir?
Bu sorunun cevâbını bulmamız için, târihimize tafsîlâtıyla bakmamız gerekir. Ehl-i Bid’at fırkalar târihimizde hep olmuş, fazlalaşmış. Alt kollara bölünmüş. Buna karşılık da her dönemde Ehl-i Sünnet ulemâ üstüne düşeni fazlasıyla yerine getirmiş. Bunun için bizim de bu noktada, bugün, târihtekinden daha ziyâde Ehl-i Sünnet’i savunmaya ihtiyâcımız var. Onun için bu hususta müdâfaacılar yetiştirmeliyiz. Bu hususta esaslı müesseseler kurmalıyız, yazmalıyız çizmeliyiz. Kalemimizle kelâmımızla cihâd etmeliyiz. Ulemâmız bu hususta yapılan şeyleri cihâd olarak nitelemiştir. Akîdesi bozuk olan kişilerle de cihâd etmek gerekir. Bu hususta Hz. Ebubekir (ra) gibi olmalı, “Biz diriyken, dînimizden bir şey eksiltilebilir mi?” demeliyiz. Damarlarımızda kan dolaştığı sürece ümmetin akîdesini bozamazsınız diyebilmeliyiz. İmâm-ı Nesefi, ilim ve kalemle yapılan cihâd, oklarla yapılan cihâddan daha tesirlidir der “Medarik”te. Çalışacağız, gayretkeş olacağız ve eski ulemânın bizlere bırakmış olduğu bu dâvânın varisleri olmak husûsunda liyâkat sâhibi olmaya özen göstereceğiz. Bir Mevzûda İçtihâd Varsa O Mevzûda İhtilâf Da Vardır 6.Mü'minler arası ihtilâf âdâbı nasıl olmalıdır? Bu konuda çeşitli eserler var, bir Mü’minin diğer Mü’mine nasıl yaklaşması gerektiği, aramızdaki ihtilâfların olması gerektiği keyfiyetiyle ilgili. Muhammed Avvâme hocanın Edebül İhtilâf’ı veya Taha Cabir Feyyaz el-Alevânî’nin “Edebu’l-ihtilâf fi’l-İslâm”ı mutlakâ incelenmeli ve okunmalıdır bu konuyu kavramak isteyen kardeşlerimiz tarafından. Bu mevzûnun biraz daha detayına indiğimiz takdirde, ihtilâfın edebinden bahsedebilmemiz için öncelikli olan şart tartışacağımız konunun ihtilâf edilmeye elverişli olmasıdır. Diğer bir husus da tartışan kişilerin ehil olmalarıdır. Ehil olmayan kişiler ihtilâf ediyorsa ya da bir taraf ehil diğer taraf değil ise âdâbına uygun bir münâzaradan bahis yapılamaz. Ehl-i Bid’at’e karşı da biraz çetin olmak gerekir. İbn-i Ömer’e (ra) birisi geliyor ve diyor ki, “Şam’dan bir adam sana selâm söylüyor.” İbn-i Ömer de şöyle söylüyor: “Benden ona selâm söyleme. Duydum ki o bâzı Bid’atler çıkarmış.” Kaderi inkâr edenleri duyunca da şöyle diyor: “Ben onlardan uzağım onlar da benden uzak olsunlar.” Buradaki tutum bize Ehl-i Bid’ate karşı bir duruş sergilenmesi gerektiğini gösteriyor. “Hocasız Din Arayan Kişi, Merdivensiz Tavana Çıkmaya Çalışana Benzer” 7.Gençliğe Tavsiyeleriniz Nelerdir? Kardeşlerimize önerilerimiz -İbn Sirin’in ifâde ettiği gibi- ilimlerini kimden aldıklarına dikkat etmeleridir. Hoca seçmek gerekir. Ulemâ bu husûsa çokça değinmiş. Herhangi bir üstaddan eğitim ve icâzet almamış kimselere danışmayın. Günümüzde bunun çokça yayıldığını ve herkesin ‘ben hocayım’ tavrına büründüğünü görüyoruz. Bu çağımızın en büyük hastalığıdır. Herhangi bir temele oturtmadan, tercüme eserlerle, makâle ve yazılarla âlim olunabileceğini zannedenler var. Bu çok yanlıştır. Abdullah b. Mübarek’in ifâdesiyle; hocasız din arayan kişi merdivensiz tavana çıkmaya çalışana benzer. Bunun için bir âlimimiz şöyle der: “Bu ilim, zihinlerde iken azizdi değerliydi. Ama ne zaman ki kitaplara sayfalara geçti, ilim değerini kaybetti.” Birçok yanlışlıklara işte bu şekilde düşüldü. Ulemâ, ilmin mutlakâ hocadan öğrenileceği kanısındaydı. Buna büyük ehemmiyet gösteriyorlardı. Gençliğimiz de ilmi hocadan öğrenmelidir. Başta Kur’ân-ı Kerîm’i teallüm edelim, öğrenelim. Daha sonra az önce ifâde ettiğim gibi, Akâid, tefsir kitaplarını okuyalım. Bu konuda kimin en çok neye ihtiyâcı varsa, o kişi ilk önce onu öğrenmelidir. ‘Ehemmiyet’i merkeze alarak tasnif etmeliyiz öğreneceklerimizi. Bunların tamamı da tabii ki, Ehl-i Sünnet inancı temeli üzerine inşâ edilmelidir. Bunların yanı sıra, amel de îmandan ayrılmayan bir cüzdür. İlmimizle de ihlâs üzere amel etmemiz gerekmektedir. Mustafa Sezercan (Nisan 2016)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak