Ara

Kılıç Yarası İyileşir ama Dil Yarası İyileşmez

Kılıç Yarası İyileşir ama Dil Yarası İyileşmez
  “Kılıç yarası iyileşir ama dil yarası iyileşmez.” atasözü hayâtın altın kâidesini ortaya koyar. Hangi gerekçeyle olursa olsun asla ne kötü söz ne de hakâret bir mü’mine yakışır.1 Çünkü ȃyet-i kerîmede ilâhî ferman şu şekilde vahyedilmiştir: “Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!”2 Bir gün Dâvûd (as) Lokmân Hekim’den bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça getirmesini istedi. Lokmân Hekim de ona, kestiği hayvanın dilini ve yüreğini getirdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Dâvûd (as) bu defa hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini talep etti. Lokmân Hekim yine koyunun dil ve yüreğini getirdi. Hz. Dâvûd ona bunun sebebini sorunca o şu cevâbı verdi: “Bu ikisi iyi olursa bunlardan daha iyisi; kötü olursa, bunlardan daha kötüsü olmaz!”3 Lokmân (as)’ın bu metaforik anlatımını Peygamber Efendimiz (sav) şu şekilde açıklığa kavuşturmaktadır: "İnsan sabahlayınca bütün organları dil'e başvurur ve (âdetâ ona) şöyle derler: Bizim haklarımızı korumakta Allah'tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle cezâ görürüz. Biz sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz."4 Bir başka hadîsinde Resȗl-i Ekrem (sav) der ki: “Bedende hiçbir uzuv yoktur ki, Allâh’a, dilin lüzumsuz ve çirkin konuşmalarından şikâyet etmesin!”5 Dile hâkimiyetin ne denli ciddiyet gerektirdiğini sahabeden Süfyan İbni Abdullah (ra) Peygamber Efendimiz’le (sav) arasında geçen diyaloğu aktararak bizlere şu şekilde haber vermektedir: “- Ey Allâh’ın Resûlü! Bana kesinlikle yapmam gereken bir iş söyle’ dedim. Efendimiz; ‘- Rabbim Allah'tır de, sonra dosdoğru ol!’ buyurdu. Ben; ‘- Ey Allâh’ın Resûlü! Hakkımda (zararını göreceğimden) en çok endişe ettiğin şey nedir?’ dedim. Efendimiz o güzel dilini eliyle tuttu ve; "-İşte budur!’ buyurdu.”6 Dil yarasının en katmerlisi gıybet ve iftirâdır. Peygamber Efendimiz (sav) bir gün ashȃb-ı kirȃma; “–Gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sorunca, ashâb-ı kirâm; “–Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. Hz. Peygamber (sav); “–Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.” buyurdu. “–Söylenen ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. “–Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa o zaman ona iftirâ ettin demektir.” buyurdu.7 Peygamber Efendimiz (sav) gıybet edenlerin âhiretteki acı âkıbetlerini ise şöyle haber vermiştir: “Mi’raca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğun yanından geçtim. ‘Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir?’ diye sordum. ‘Bunlar, (gıybet etmek sûretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve nâmuslarıyla oynayanlardır.’ cevâbını verdi.”8 Bir başka hadîs-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sav) hepimizi uyarmakta ve şu ihtarda bulunmaktadır: “Ey diliyle îmân edip de kalplerine îman tam olarak yerleşmeyen kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayınız, kusurlarını da araştırmayınız! Kim Müslümanların kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin ortasında bile olsa rezîl eder.”9 Dil yarasının tedâvisi ancak tatlı dille olmaktadır. Yürekleri parçalanmış, farklı dünyâlara savrulmuş, herbiri ayrı telden çalan câhiliyye toplumlarının; yürekleri aynı duyguyla çarpan, gönüller arasında köprüler kuran ve aynı rüyâları görebilen bir nesle dönüşmesini sağlayan Peygamber Efendimiz’in (sav) bu başarı seyrini Allah Teȃlȃ ȃyet-i kerîmede şu şekilde beyân etmektedir: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrâfından dağılıp giderlerdi...”10 Tatlı dil ancak birbirini sevmeyi başaran muhabbet ehlinin başarabileceği bir duruştur. Zâten Peygamber Efendimiz (sav) de hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allâh’ın gölgesinde gölgelenecek olanları “ilâhî celâl hakkı için, Allâh’a itaât maksadıyla birbirlerini sevenler” diye nitelemektedir.11 Tatlı dillinin zehri bal eyleyen simyâsı ile asık suratlının balı ekşiten acı hâlini Şeyh Sadi Bostan isimli eserinde şu şekilde beyân eder: “Tatlı dilli, güler yüzlü bir delikanlı bal satardı. Bu öyle bir civanmert idi ki gönüller onun tatlılığından yanar, erirdi. Boyu, beli saz ile bağlanmış şeker kamışına benzerdi. Müşterisinin sayısı belli değildi. Öyle bir yiğit idi ki, faraza bal satmayıp zehir satacak olsaydı, herkes zehri onun elinden bal gibi içerdi. Suratsızın biri de o yiğidin satışına özendi, kazancını kıskanıp bal satmak istedi. Bal tablası başında, sirke satan yüzüyle mahalle mahalle dolaştı. ‘Bal, bal!’ diye bağırdı durdu. Fakat balına müşteri değil bir sinek bile konmadı. Akşam oldu, eve döndü. Eline bir kuruş geçmemişti. Fena hâlde kızdı, bir köşeye çekilip oturdu. Günâhının cezâsından korkan günahkâra, bayram günü zindanda tutulan bedbahta benziyordu. Hanımı ona, latîfe sûretiyle: ‘–Ekşi yüzlünün balı acı olur!..’ dedi.”12 Hikȃyenin devâmında Şeyh Sadi bizlere şu evrensel tavsiyede bulunmaktadır: “Çirkin huy insanı cehenneme götürür. İyi huy ise cennetten çıkmıştır. Arkadaş! Yürü, gerekirse ırmaktan sıcak su iç de, kızgın güneşte kavrulsan bile ekşi yüzlü insanın elinden soğuk şeker şerbeti içme! Kaşları diken gibi çatılmış olan kimsenin ekmeğini yemek rûha ziyanlıktır. Efendi, hırçınlıkla işini sarpa sardırma çünkü hırçınlar dâimâ bedbaht olurlar. Farz edelim ki altının, gümüşün, birşeyin yok. Tatlı bir dilin de mi yok?”13 Bu anekdot bana makâlemi yazdığım 01 Aralık 2015 günü akşam haberlerini izlerken Suriyeli beş yaşındaki kızımızın vicdânı dumûra uğrayan çağdaş dünyânın yüzüne haykırdığı sözlerini hatırlatmaktadır. Dört yıla yakın bir süredir Esed zulmünde 200 binden fazla sivilin hayâtını kaybettiği Suriye'de insanlar savaşın yanısıra açlıkla da mücâdele ediyor. Ekmek bulmakta zorlanan halk herşeye rağmen Esed'e boyun eğmemeye kararlı. Beş yaşındaki bir kız çocuğu “Ekmek ister misin?” sorusuna “Esed’in ekmeğini istemem” şeklinde karşılık verir. Zâlimin, kem sözlünün ve bedbaht isimlerin ekmeği mi yenir? Dil yarasının tatlı dilden sonra ikinci tedâvi usûlü sözü güzel söylemektir. Güzel söz söylemek ve selâmı yaymak sünnettir. Güzel söz söylemek ve selâmı yaymak insanların sevgisini kazandırır. Güzel söz söylemeyi alışkanlık hâline getirmek kişiyi maksadına ulaştırır. Dilin doğru ve dürüst olması insanın kurtuluşudur. Çok konuşmak, kulaklara bıkkınlık verir. Bir şeyde bıktıracak derecede ısrarcı olmak o şeyin yasaklanmasına sebep olur. Suskunluğun çok olması vakar ve ağırbaşlılığa sebep olur. Çok gülmek hafifliktir ve ayıplanmaya sebep olur. Çok şaka suçlanmaya sebep olur. Çok gülmek kalbi öldürür. Fazla boş laf etmek câhillik alâmetidir. Lafın fazlalığı mânânın noksanlığına işârettir. Susmak, aklın ziyneti ve câhilin örtüsüdür.14 Erzurumlu İbrahim Hakkı (rh.a.) bu tesbitleriyle bizlerden Allâh’ın şu ȃyetine dikkat kesilmemizi ister: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler…”15 Bir gün Peygamber Efendimiz (sav) ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hz. Ebû Bekir’e hakâret etti. Ebû Bekir (ra) cevap vermeyip sükût etti. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakâret etti. Ebû Bekir (ra) yine sükût etti. Adam üçüncü defa hakâret edince Ebû Bekir (ra) daha fazla dayanamayıp ona hakettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) hemen oradan kalkıp yürümeye başladı. Hz. Ebû Bekir ardından yetişerek; “- Ey Allâh’ın Resȗlü, yoksa bana darıldınız mı?” deyince Resȗl-i Ekrem (sav); “-Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikâmını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular.16 Tatlı ve güzel söz dil yarasının ilacıdır ama dili şeker gibi olup da kalbi kurt gibi olanlar da vardır. O zaman dille kalbin birbirini yansıtması gerekir. Allah Teȃlȃ münâfıkların perişan hallerinden bahsederken buyuruyor ki: “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler. Onlar düşmandır. Onlardan sakın! Allah onları kahretsin, nasıl da haktan döndürülüyorlar!”17 Âhir zamanda ortaya çıkacak birtakım kimselerden haber veren Peygamber Efendimiz (sav), onların dîni dünyâya âlet edeceklerinden ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerinden bahsetmektedir.18 Kalbini ve dilini düzeltemeyenlerin bu acı âkıbetine dikkat çekmek üzere Mevlȃnȃ Mesnevî’de şu hikȃyeyi nakleder: “Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı. Kuş, kendini yakalayana dedi ki: “–Ey Efendi! Sen hayâtında birçok sığır ve koyun yemişsindir; birçok deve de kurban etmişsindir! Sen onların etleriyle dahi doymadın, benim bedenimle mi doyacaksın? Beni serbest bırak da sana üç öğüt vereyim. Vereyim de bil bakalım akıllı mıyım aptal mıyım? O üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim, ikinci öğüdümü samanla karışık balçıktan yapılmış damının üstünde vereyim. Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söylerim. Sen, bu üç öğüt yüzünden mesut olursun! Elinde iken vereceğim öğüt şudur: “Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma!” Kuş bu değerli öğüdü söyleyince kendini yakalamış olan el gevşedi, o da âzâd oldu, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Orada ikinci öğüdünü söyledi: “Bir de geçmiş gitmiş şeye gam çekme! Birşey senden geçip gittikten sonra onun hasretini çekme! Geçmişe acımak, geçmişe hasret duymak yanlış bir iştir; giden geri gelmez! Onu yâd etmek de boş şeydir!” Ondan sonra dedi ki: “–İçimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci seni de çocuklarını da devlete ve saadete kavuştururdu! Fakat kısmetin değilmiş; dünyâda eşi bulunmayan o inciyi kaçırdın!” Bunun üzerine avcı feryâd u figân etmeye koyuldu. Kuş, avcının bu hareketi üzerine: “–Sakın geçmiş bir şeye gam çekme!” demedim mi!?” dedi. Mâdem ki inci elinden gitti, neden gam çekiyorsun? Sözümü anlamadın mı? Yahut sağır mısın? Sonra, bir de sana “Olmayacak şeye sakın aldanma!” demedim mi!?” dedi. Ve devamla: “–A aslanım; benim kendim üç dirhem gelmez bir serçe kuşu iken içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?” Adam kendine geldi de: “–Pekiyi!” dedi. “Haydi, o üçüncü öğüdü de söyle!” “–Evet!” dedi kuş. “Öbür öğütleri tuttun da üçüncüsünü sana bedâva söyleyeyim, öyle mi? Gaflet uykusuna dalmış bir bilgisize öğüt vermek çorak bir yere tohum ekmektir! Yahud çölü sulamak gibidir. Ahmaklığın, bilgisizliğin yırttığı şeyi artık hiçbir yama tutmaz! Ey öğütçü; oraya hikmet tohumu pek ekme!” Kısaca, Müslüman, özür dilemek zorunda kalacağı bir sözü söylememelidir. Dâimâ güzel söz söylemelidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk; “Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!..”19 buyurur. Zîrâ güzel bir söz sadaka yerine geçer ve insan onunla da cehennemden korunabilir. Sözü, yerinde ve zamanında söylemek gerekir. Söz mahallini bulmadan kişi konuşmamalıdır. Makâlemizi Peygamber Efendimiz’le (sav) Muaz b. Cebel (ra) arasında geçen şu diyalogla sonlandırmak istiyorum. Bir gün Rasûl-i Ekrem (sav) devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde gidiyorlardı. Muâz bin Cebel (ra); “-Ey Allâh’ın Elçisi! Sizi rahatsız etmeyeceksem, yanınıza yaklaşmama izin verir misiniz?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (sav) izin verince Muâz (ra); “-Canım sana fedâ olsun Yâ Resûlallâh! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Seninkinden önce almasıdır. Allah göstermesin ama Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibâdetleri yapalım?” diye sordu. Hz. Peygamber (sav) bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz (ra); “-Allah yolunda cihad mı edelim?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (sav); “-Allah yolunda cihad güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurdu. “-Yâni oruç tutmak, zekât vermek mi?” “-Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.” Muâz (ra) bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Resûl-i Ekrem (sav) her defasında; “-İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyuruyordu. Muâz (ra); “-Anam ve babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca Peygamber Efendimiz (sav) ağzını gösterdi; “-Hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu. Muâz (ra); “-Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (sav) Hz. Muâz’ın dizine hafifçe vurarak ona şunları söyledi: “-Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.”20 Prof. Dr. Kadir Özköse Dipnotlar: [1] İ. Hakkı Ünal, “Kötü Sözün Sahibi”, Diyanet Aylık Dergi, Sayı: 245, Mayıs 2011, s. 49. 2 Hümeze, 104/1. 3 Zemaşerî, Keşşâf, V, 18. 4 Tirmizî, Zühd 61. 5 Hâfız Nûreddîn Ali bin Ebî Bekir Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid, Beyrut 1988, c. X, s. 302. 6 Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12. 7 Müslim, Birr, 70; Ebû Dâvûd, Edeb, 40/4874. 8 Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878. 9 Ebû Dâvûd, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 85; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 229. 10 Âl-i İmrân, 3/159. 11 Müslim, Birr, 37. 12 Şeyh Sâdî, Bostan; Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakı-1, Erkam Yay. 13 Şeyh Sâdî, Bostan; Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakı-1, Erkam Yay. 14 Erzurumlu İbrahim Hakkı, Mârifetnâme, Erkam Yay., c. II, s. ? 15 İsrâ, 17/53. 16 Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896. 17 Münâfikûn, 63/4. 18 Tirmizî, Zühd, 60. 19 İsrâ, 17/53. 20 Ebû Abdillâh Muhammed bin Abdillâh Hâkim en-Neysâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1990, c. IV, s. 319/7774.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak