Ara

Cesâret, İlim ve Takvânın Buluştuğu Engelli Bir Sahabi Abdullah B. Mes’ûd (ra)

Cesâret, İlim ve Takvânın Buluştuğu Engelli Bir Sahabi Abdullah B. Mes’ûd (ra)

Kısa boylu, sıska ve ince bacaklı bir beden.

Ufacık tefecik ama yüreği, dünyâlara sığmayan bir bahadır.

Daha sonraları İbni Mes’ûd olarak bilinen, Bedir’den îtibâren İslâm’ın bütün savaşlarında bulunmuş bir kahraman.

Görenlerin çoğunun ilk anda çocuk gibi değerlendirdiği, hiçbir yükü kaldıramayacak bir engelli olarak gördüğü sahabi.

İslâm güneşinin aydınlığına koşan ilklerden: Altıncı müslüman.

Hayattayken Cennetle müjdelenen bir bahtiyar.

Fakir olan ama bunu problem etmeyen ve eline geçen imkânları da şahsına kullanmayan bir zühd âbidesi.

Az ama öz konuşan bir kişilik.

Hem müfessir, hem muhaddis, hem kâri, hem fakîh, hem de kadı...

Hem cömert, hem adâletli, hem vefâkâr, temiz, dürüst bir şahsiyet.

Peygamber Efendimiz’in arkadaşları içerisinde yer alan bir dâhî…

Kardeşi, annesi de mü’min olduğundan kendisine “sahabe oğlu sahabe” denildi.

Mekke’de doğdu ve Hicrî 32’de Medîne’de 60 küsur yaşlarında vefât etti. Cennet-ül Bâkî kabristanına defnedildi.

İlk karşılaşması vesîlesiyle yaşanan diyalog sonucu Allah Rasûlü ondaki cevheri görür ve İslâm’ı anlatır. Ve o da Müslüman olur.

Açıktan İlk Okunan Kur’ân

Bedeni zayıf olabilir, kendi akranlarına göre fiziksel olarak cılız, yetersiz olabilir bir insan. Ancak cesâret ve yürek işi farklıdır. Allah Rasûlü’nden sonra Mekke’de Kur’ân’ı açıktan okuyanların ilki Abdullah b. Mes’ûd’dur.

 Bir gün Rasûlullâh’ın ashâbı toplandı ve dediler:

“Allâh’a andolsun, Kureyş’e şimdiye kadar Kur’ân âşikâr okunmadı. Onlara dinlettirecek kim var?”

Abdullah b. Mes’ûd dedi ki:

“Ben varım!”

“Biz senin için onların şerrinden korkuyoruz. Zarar vermek istedikleri zaman, kavminden kendisini koruyacak, aşîreti olan bir adam istiyoruz.” dedi bâzı sahabiler.

Cevap netti:

“Beni bırakın, çünkü Allah koruyacaktır.”

İbni Mes’ûd ertesi gün çıktı ve kuşluk vakti Kâbe’ye geldi. Kureyş meclislerinde idi. Nihâyet Makâm’ın yanına dikildi ve “Bismillâh” diyerek Rahmân Sûresi’ni okudu. Bitirince yeniden okudu. Bunun üzerine müşrikler durumu kavramaya başladılar:

“İbni Ümmi Abd’in oğlu ne diyor?”

“Muhammed’in getirdiklerinden okuyor.”

Hemen üzerine saldırdılar ve yüzüne gözüne vurmaya başladılar. Tokat ve yumruklarla yüzünü belirsiz ettiler. O ise okumaya devâm etti. Sonra yaralı olarak arkadaşlarının yanına döndü. Onlar da dediler ki:

“İşte korktuğumuz bu durum idi.”

“Şimdi benim gözümde Allah düşmanları içinde onlardan daha zayıf ve hakir kimse yoktur. Andolsun eğer dilerseniz yarın da gidip aynısını yaparım.”

“Hayır bu sana kâfî. Sen onların hoşuna gitmeyen şeyi, onlara işittirdin, yeter.”

Bu hareket, cesâretin beden değil yürek işi olduğunu ve Abdullah b. Mes’ûd’un bu yürek ve îmâna sâhip olduğunu gösteriyor...

 Hep Efendimiz’in (sav)  Yanında

Müslüman oluşundan îtibâren denilebilir ki Efendimiz’in (sav) yanından hiç ayrılmadı. Mekke’nin bir döneminde, yapılan yoğun baskı ve zulüm aşamasında, verilen izinle Habeşistan’a gittiğinden hicrete kadar geçen süre hâriç, hep Rasûlullâh’ın yanındaydı.

 Savaşta ve barışta, hazarda ve seferde Allah Rasûlü’yle berâberdi. Bedir’den îtibâren bütün savaşlarda bulundu. Uhud savaşının o zorlu günlerinde Peygamberimiz’in yanında bulunan 4-5 kişiden biriydi. Yine Huneyn’de Rasûlullah’tan ayrılmayanlardandı.

 Medîne’ye hicret edince Rasûlullâh’ın, Mescid-i Nebevî yanında bir yer vermesiyle büyük bir nîmete kavuşmuş oldu. O da bu nîmetin hakkını ve gereğini yerine getirdi.

Kendini Rasûlullâh’a adadı.

O’nun hizmetinde bulunur; asâsını alır-verir, misvaklarını taşır, döşeğini sererdi.

Allah Rasûlü’nün hâdimi ve sırdaşı, müşâviri idi.

O kadar ki, Cibrîl’in Rasûlullâh’a Kur’ân’ı son yılki arz edişinde, kendisinin da orada bulunduğu rivâyet edilir.

“İznin perdeyi kaldırmandır.” denilerek gece olsun gündüz olsun Rasûlullâh’ın evine girme izni almıştı.

Allah Rasûlü’ne olan bu kadar yakınlığından dolayı dışarıdan gelip onu tanımayanlar, ehl-i beyt’ten zannederlerdi.

Bir taraftan Rasûlullâh’a hizmette bulunur, diğer taraftan da yeni müslüman olanlara dînini öğretir, muallimlik yapardı.

Rasûlullâh’a bu kadar yakın olan, O’nun emir ve hizmetinde bulunan bir insan elbette hem âlim olur hem de ahlâk ve karakter olarak O’nun gibi olur.

Hüzeyfe İbni Yeman, “Ashâb içinde huy ve karakteriyle Rasûlullâh’a en yakın olan kimdir?” sorusuna şu cevâbı verir:

“Genel hâl ve hareket, huy, karakter ve yaşantısıyla Allah Rasûlü’ne, İbni Mes’ûd’tan daha yakın kimse görmedim.”

 Mîzanda Ağırdır

Peygamber Efendimiz (sav) bir gün ashâbı ile bir yerde bulunurlarken, İbni Mes’ûd’a meyve toplaması için ağaca çıkmasını emretti. Ashâb-ı Kiram, İbni Mes’ûd’un bacaklarının inceliğine ve kuruluğuna bakıp gülüşünce Efendimiz (sav) durumu anladı ve sordu:

“Niçin gülüyorsunuz?”

“İbni Mes’ûd’un bacaklarına.”

“Gülüşmeyin. Mîzanda onlar Uhud dağından daha da ağır olacaktır. Kıyâmet gününde Abdullah İbni Mes’ûd’tan daha ağır basan kimse yoktur…”

Demek ki görünüşe aldanmamak gerekiyor.

 O’nun atak, cesur ve haksızlığa karşı duran bir karaktere sâhip olmasından dolayı, hicret için gittiği Habeşistan’da da başına zaman zaman sıkıntılar geldiğini, bâzı memurların haksız isteklerine direndiğini ve onların zulmünden yakasını kurtarmak için, bir defasında iki altın ödeme cezâsına çarptırıldığını da târih kitapları kaydetmektedir.

 Bu cesâretindendir ki Bedir Savaşı’nda kendisiyle karşılaşan Ebû Cehil’in ölümü İbni Mes’ûd’un kılıcından olmuştur.

Kadılık ve Defterdarlık

Allah Rasûlü’nün “Herhangi bir kimseyi meşveretsiz olarak yönetici tâyin etseydim mutlakâ İbni Ümmi Abd’i tâyin ederdim.” buyurduğu İbni Mes’ûd’u, Hz. Ömer hilâfeti döneminde görevlendirir. Kendisini  “içi ilimle dolu bir dağarcık” olarak niteleyen Hz. Ömer onu Kûfe’ye gönderir. Çok ağır iki görevi vardır: Birincisi kadılık, ikincisi beytül mâl muhafızlığıdır.

 Hicri 20. yılda Kûfe’ye tâyin edilen İbni Mes’ûd, resmî işlerin yanı sıra halkın din eğitiminde de hizmet veriyor, aydınlatıyor, talebe yetiştiriyordu. Bilmediği konuları araştırıyor ve talebelerine de böyle yapmalarını söylüyordu. Medîne’ye her geldiğinde buradaki âlimlere verdiği fetvâlardan bahsediyor, onların fikirlerini alıyordu.

Bâzan bunların verdiği bilgilerle fetvâlarını gözden geçirdiği de olurdu.

Büyük mal ve sermâye girişinin olduğu ve çok canlı bir ekonomi, siyâset ilişkisinin sürdüğü Kûfe’de elinin altından bugünkü değerlerle milyarlar geçtiği halde sâde ve temiz bir hayat yaşamıştır. Devletin ve milletin bir dirhemine bile zarar gelmemesi için büyük bir titizlik göstermiştir.

Kur’ân Bilgisi

Abdullah ibni Mes’ûd (ra) Kur’ân bilgisiyle sahabeler içinde öne çıkanlardan biriydi. İyi bir hâfızdı. Güzel Kur’ân okuması ve hıfzının sağlamlığından dolayı onu Efendimiz (sav) de takdîr etmiştir.

Peygamber Efendimiz, zaman zaman çağırır ve ondan Kur’ân okumasını isterdi.

Bir gün yine onu çağırdı ve Kur’ân okumasını istedi:

“Nisâ sûresini oku da dinleyelim.”

İbni Mes’ûd:

“Yâ Rasûlallâh! Kur’ân size indi. Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik. Nasıl okuyayım?”

“Evet öyledir. Fakat ben Kur’ân-ı Kerîm’i başkasından dinlemeyi severim.”

İbni Mes’ûd okumaya başladı.

“Halleri ne olacak her ümmetten bir şâhit getireceğimiz zaman?” âyetine gelince Rasûlullâh’ın gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. “Yeter” buyurdu.

Sürekli Peygamberimiz’le berâber olduğu için vahyin iniş sürecine vâkıf olan ve bizzat Rasûlullâh’ı dinleyerek Kur’ân’ı öğrenen İbni Mes’ûd, bu durumu şöyle ifâde etmektedir:

“Vallâhi ben Rasûlullâh’ın doğrudan doğruya ağzından 70 kadar sûre öğrendim.

Allâh’ın kitâbından her bir sûrenin nerede nâzil olduğunu ve her bir âyetin de kimin hakkında nâzil olduğunu kesin olarak bilmekteyim.”

Hadîs ve Fıkıh Bilgisi

Abdullah İbni Mes’ûd, vaktinin çoğunu Peygamber Efendimiz ile geçirirdi.

O’nun hadisleri ve sünnetinin büyük bir kısmına vâkıf idi. Fakat buna rağmen hadis rivâyet ederken çok titizlik gösterirdi. Toplam 848 hadis rivâyet etmiştir.

Sahabenin âlimlerinden idi.

Onun görüşü ve temel fıkıh anlayışı bugün özellikle Hanefî Mezhebi kanalıyla bütün dünyâya yayılmıştır. 

Ne malı ne iri-yarı bir cüssesi ne de uzun zaman boyunca devâm eden bir mevkii ve makâmı vardı.

İnsanlar içinde en fakir ve en zayıflardandı.

Bünyesi zayıftı fakat İslâm ona târihin akışını değiştirecek ve azgınları kahredecek bir güçlü irâde kazandırmıştı.

Ve İslâm kendisine târihin önde gelen şahsiyetleri arasında anılmasını sağlayacak bir ilim ve şeref bahşetmişti.

“Ben ne dünyâ için ne de âhiret için hiçbir iş yapmadan oturan kimseye çok kızarım.”

“Dünyâ buz gibidir, erir. Temiz olan suyu gider, geriye içindeki toz toprak kalır.”

“Hakkı kim getirirse, düşmanın da olsa kabûl et. Yanlışı getiren,  canciğer dostun da olsa onu reddet.”

“Dünyâda herkese iyi görünmek için amel eden kimseyi Allah âhirette rezîl eder.”

“Abartıdan ve kılı kırk yarmaktan kaçının.”

“En büyük körlük kalp körlüğüdür.”

… 

Her fânî gibi O da gitti.

Gitti ama ardında bıraktığı güzel bir sadâ, ilimle dolu bir deryâ, örnek alınacak bir takvâ ile...

Ne mutlu Ona.

O’nun izinde olanlara...

Ağustos 2020, sayfa no: 44-45-46-47

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak